single-image

Munise hanımın uzun yolculuğunun kısa bir başlangıç hikayesi

“O mükemmel haliyle vardı, en aşağıya inmeye gönüllü oldu”
O kendini en mükemmel haliyle hatırladı da yukarıda olanın da ötesine geçti. Bilinmez kapıları herkes için açtı

Bu bir düş mü?” Diye sordu.
“Dışarıdakilere anlatırken ‘düş’ adını vereceksin ama bu bir yolculuk.” Dedi iç sesi

Peki bu bir düşse nasıl görüyorum ve senin sesini nasıl duyuyorum?”
“Düşü görmek için başka bir göze, duymak için başka bir kulağa, anlamak için başka bir kalbe ihtiyaç duyar insan. Sende bunların hepsi açıldığı için içeride olanı hem görürsün hem duyarsın. Anlamlandırman ve aktarman için ‘zaman’ sana yardım edecek”

Peki seni dışarıda da görecek miyim?”

“Yolun devamında bir yerlerde nereye baksan, kimi görsen orada olacağım”

Yolun devamı? Yol uzun mu?”

“Bazı kısımları uzun ve zor, bazı kısımları kısa ve kolay. ‘Sonsuzluk’ seni ürkütmesin. Yürümeyeceğin yol önüne açılmaz.”

Gidiş yolu mu, dönüş mü?”

“Her ikisi de. Al bunu, yolculuğuna destek olsun”

Bu bir gidiş-dönüş bileti mi?”

“Hayır. Bu bir dalış-çıkış ipi. Seni ‘dosdoğru’ bana getirir, hatta ötesine de götürür … zorlandığın zamanlarda buna tutunursun”

ooo! İçim geçmiş DALMIŞIM!” Dedi. Önce ‘gerindi’ sonra ‘esnedi’. Annesinin otoriter sesiyle daldığı uykudan uyanmaya başladı Mu. O aslında Muniseydi ama yakın arkadaşları ona ‘Mu’ diyordu.
Kalktı, sonra bir şeyler ‘aramaya’ başladı. Sonrasında da uzunca zaman bir şeyleri arayacaktı ve bulduğuyla yetinmeyecek, hep ötesini arayacaktı.

“Ne arıyorsun yavrum?” diye seslendi anneannesi

Bilmiyorum, ama bulmaya değer bir şey! Ne bileyim belki bir ip

“Ah! Çocuk, insan ne aradığını bilmezse nasıl bulur ki? Gel otur şöyle yanıma, sakinleş! Sakinleştiğinde aradığın neyse daha kolay bulursun”

Anneannesinin yanına oturdu, yüzüne baktı “gülümseyen pamuk şekeri” diye düşündü. Anneannesi ne kadar da anneanneydi onun için. Kim bilir belki de annesinin sertliğinden kırılmaması için anneanne suretinde hayatına girmiş bir melekti.

Anneannesi “sen güneş doğarken doğdun, güneş sanki seni de yanında getirmişti” diye anlatmıştı doğumunu. Çok hoşuna giderdi bu benzetme.

Hadi anneanne bir daha anlat. Önce güneş mi doğdu yoksa ben mi?

“Ah! Çocuk, birlikte doğdunuz işte” der ve ikisini de kırmamak istercesine güneşin de Mu’nun da kalbini aynı anda okşardı.

Anneanne! Gece olunca tanrı güneşi saklıyor mu?

“Hayır yavrum. Sadece dünya sırtını güneşe dönüyor. Bu nedenle ‘karanlık’ oluyor.”

Uzun uzun düşündü.

Ben yüzümü hep güneşe dönersem …” durdu “yok yok! ben güneş olursam hiç karanlıkta kalmam değil mi?

Uzun düşünme sırası Anneannedeydi. Gülümsemesini eksik etmeden.

Çocukça sorularına her zaman gülümseyen yüzüyle, sabırla ve bilgelikle, o’nun anlayabileceği, sade bir dille cevap verirdi. Anneannesinin hayatındaki  “ilk” öğretmeni olduğunu çok sonraları anlayacaktı. Yaşam o’nu ileride daha sert öğretmenlerle eğitime aldığında “sevgili anneannesi” anılarında hep bir “vaha” olarak kaldı.

O zamanlar, uzun süren yıpratıcı bir imparatorluk yıkımının ardından zorlu bir kurtuluş ve kuruluş mücadelesi vermiş ülkede şartlar oldukça zorlayıcıydı ve o henüz çocuktu. Yaşamın bu sertliği kimilerini yumuşatmış, kimilerini de sertleştirmişti. Annesi Meryem hanım gibi. (Ülkenin durumu öğretmen olan anneye yeni nesillerin yetişmesi konusunda çok önemli sorumluluklar yüklüyordu. Belki bu nedenle aşırı disiplinli olması Mu’ya ‘sertlik’ olarak yansıyordu)

İnsanın çoğu zaman içinde yaşarken, yaşadığı olayları algılaması, anlamlandırması kolay olmaz. “Bu olaylar, olanlar bende hangi farkındalığı sağlıyor?” sorusu o’nun için de çok erkendi daha. Uzunca bir süre sonrasına kadar da sormadı. Sadece gözledi ve düşündü. Sorulmayan sorunun cevabının da olmadığını ve sorunun cevaplardan daha önemli olacağını o zamanlarda sezmeye başladı. Bu önemli soruyu çok sonraları sormaya başlayacaktı ancak yaşananların, içinde bulunulan ortamın onu “olgunlaştırdığını” seziyordu o haliyle. O yıllarda çocuklar erken ‘büyümek’ zorundaydılar.

Her çocuk gibi oynadı, gözledi, oynadı. Evde Munis, dışarıda Muzip, hayallerinde başrolü oynadı. Çiçekler, kediler, kuşlar, oynanabilecek her şey onun oyun arkadaşı gibiydi. Oynarken de pek çok soru biriktirdi, her çocuk gibi. Gözledi, merak etti, soru sordu.

Ben nasıl oldum?

Nereden geldim?

Bu çiçeklere bu şekli kim verdi?

Gözlerim mavi olduğu için mi gökyüzü mavi?

Anneannem nereye gitti? Tekrar gelir mi?

İnsan neden üzülür?

İnsan ne demek?

Bu soruları, derinlik ve ağırlığı artarak daha nicelerini yaşamın bir dönemine kadar ne çok soracaktı ve “gerçeği ve ötesini” arayacaktı. Bazı cevaplar içine doğuyordu ya da zaten biliyor olduğunu zannediyordu. Belki bazılarının sonradan önüne çıkacağını içten içe seziyordu. Ama annesi cevapların okulda bulunabileceğini söylüyordu. Sonra annesi “ilkokulda” öğretmeni oldu.

Düş kurmaya başlaması da bu döneme rastlar. Dünyayı anlamakta, anlamlandırmakta zorlandığı yıllardı. Onun için bu zorlukların üstesinden gelebilmesinin en iyi yolu düşlemekti. Böylece hem dünyanın renksizliğinden, sertliğinden, belki de baskısından kendini koruyabiliyor hem de tam düşlediği dünyayı özgürce kurabiliyordu. Her ne kadar malzemesi ‘dışarıdan’ olsa da yaratımı ona aitti. Düşlerinin senaryosunu da dekorlarını da renklerini de istediği gibi değiştirebiliyordu.

Gün içinde okul dışındaki zamanlarında mümkün olduğunca annesinin gözüne pek görünmemeye çalışır, akşam yemeğinden kısa bir süre sonra da yatardı. Hayalindeki evreni kurmak için. Annesi bu durumu büyümesine bağlardı. Doğru! Büyüyordu büyümesine de, o da düşlerinde başka şeyler büyütüyordu.

Öylesine renkli ve canlıydı ki düşleri bir keresinde bahçedeki çiçeklerden bir krallık bile kurmuştu. Fakat hangi çiçeğin kral, hangisinin kraliçe olacağına karar verememişti de rüzgârda dans ederken sularını, güneşini verdi “siz aranızda karar verin artık” diye seçimi onlara bırakmıştı. Bazen öylesine canlanırdı ki hayalindekiler, zaman zaman kendi başlarına bile hareket ederlerdi. Hatta kimi zaman ona karşı geldikleri bile olmuştur. Kendilerini “özgür” hissederdi biçareler. Bu durum onu çok şaşırtır, hem hoşuna giderdi doğrusu. Hele hayalinde bazı kişilerin “biz bu hayalde şunların da olmasını istiyoruz ya da böyle değil de şöyle olsa” diye akıl verdiklerinde şaşkınlığa düşerdi. Onların bu bağımsızlaşma istekleri karşısında kendi hayali olsa da hayrete düşerdi. Özgürlüğün değerini ilk algıladığı anlar bu anlar oldu.

“Haydi bakalım, bugün okula başlıyoruz” diye seslendi annesi

İlkokul yetmez miydi, neden tekrar okula gitmek zorundaydı ki?”  Bu soruyu içinden sordu. Annesine açık açık söylemeye nasıl cesaret edebilirdi? Çaresiz tekrar okul yolunu tuttu.

İşin doğrusu okuldan pek hoşlanmazdı. Nasıl hoşlansın? Okula diğer çocuklardan daha erken yaşlarda başlamıştı. Yani sınıf arkadaşları yaşça ondan daha büyüktü. Üstelik ilkokulda annesi öğretmeni olmuştu. Arkadaşları bahçede, yollarda cıvıl cıvıl oynarken, o okul sırasında oturup, pek de ilgisini çekmeyen dersleri dinlemek zorundaydı. Zaten herhangi bir şeyin “zorunda” olmak başlı başına sıkılma nedeniydi. Sabretmenin ne demek olduğunu öğrenmeye başladığı zamanlardı.

Gerçek bir dinleyici olması, etkin gözlem gücü ve başarılı bir  farklı bilgileri ‘birleştirme’ yeteneği çok fazla ders çalışmasını gerektirmiyordu. Kıvrak zekâsı okulda ondan beklenenleri yeterince yerine getirmesini sağlıyordu. Duyduklarını unutmaması, öngörü yeteneği, bilgiyi kullanma zamanlaması onu okul hayatında çok kurtarmıştı. Dersin öğretmenini çok sevdiğinde o derse ilgi duyuyordu. Sevginin motive edici gücünü bu yıllarda sezmeye başladı. Daha iyi bir eğitim ve okul konularını “düşlenecekler” listesine ekledi.

Her çocuk gibi  oda zaman zaman “ne olmak” istediğini düşünürdü. Daha doğrusu düşündürülürdü. Çevresindekiler bu soruyu daha sık sormaya başlamışlardı.

“Büyüyünce ne olacaksın?”

Büyümesem olmaz mı?” diye içinden geçerdi, soranlara da “bilmiyorum” derdi. Çok zorladıklarında, “Muallim” olacağını söylerdi.

Tarih öğretmenini çok sevdi, tarihçi olmak istedi. Lisede kimya öğretmenini çok sevmişti öğretmen olmak istedi. Son okuduğu kitap çok hoşuna gitmişti yazar olmak istedi. Özgürlük ve her şeyi daha yüksek açıdan görmek için pilot olmak istedi. Bahçelerindeki çiçekler çok güzeldi, onlara hayranlık duyardı, çiçekçi olmak istedi. Açık hava sinemasında seyrettikleri filmlerden sonra pek çok hayatları tanımak ve yaşamak için artist olmak istedi (nedense bu isteğini kimseyle paylaşmadı)

offf ya’ ben neden “her şey” olmuyorum ki?” diye düşündü.

“Her şey mi OLmak istiyorsun?” dedi içindeki ses.

OLabilir miyim?

“Elbette! Ama bu yol zannettiğinden daha “incezor”dur.

Buna çok hevesliyim. Yardım eder misin?

“Heves dediğin geçici isteklerdir. Geçici olan istekler seni bir şey yapmaz. ‘Her şey’ olan geçici değildir. İstek de bulunmaz. Hala niyet ediyor musun?”

Bu yolu yürümeye ‘niyet’ ediyorum. Yardım eder misin?

“Rehberlik ederim. Yolu yürüyecek olan sensin”

Yardım etmekle rehberliğin farkı ne ki?

“Yardım etmek; bir çocuğu kucaklayıp merdivenleri çıkarmak. Rehberlik; bir çocuk merdivenleri kendi başına çıkmaya çalışırken onu tutmadan gözetmek, çıkmasını teşvik etmek, basamakları çıktığında onu kutlamaktır. Rehberlik; varlığın özgürlüğünü kabul etmek, sorumluluğu kendisine bırakmaktır.”

Peki çocuk basamaklardan düşerse?

“Düşmek yürümenin kardeşidir ve bir deneyimin parçasıdır. Kötü değildir. Yürüme niyetinin ve çabasının sınanmasıdır. Basamaklardan düşen birine tekrar ayağa kalkması ve kalıcı hasar görmemesi için ‘yardım’ edilir. Kalktığında tekrar kendisi yürür. İleride düştüğünün farkına varacak insanlığa yardım ettiğinde bunu daha iyi anlayacaksın”

Yardıma ihtiyacım olduğunda seni nasıl bulurum?

“Yolda BİRlikte olacağız zaten. Seninle yolu ben de yürüyor olacağım”

Düşmemi mi önleyeceksin?

“Hayır! Kalkmana destek vereceğim, ileride senin de ihtiyacı olanlara yapacağın gibi”

Yol’a nereden başlayabilirim?

“Nereden başlamak istersen oradan başlayabilirsin. Yol yok! Sen açacaksın”

Yol açmak mı? Ama hayallerimin arasında ‘yol mühendisliği’ yoktu ki

“Daha yolun başında ‘bir şeyleri’ reddedersen nasıl ‘her şey’ olacaksın?”

Buna gücüm yeter mi?

“Daha da fazlasına yeter. Güven kendine. Hem yer yüzünde ilk kez biri buna niyet etti. Bu karşılıksız bırakılmaz. Sana en iyi ‘işçileri’ ve yol ekibini göndereceğim.”

Yolu onlar mı açacak?

“Hayır. Sen açarsın”

Onlar ne yapacak?

“Zaman zaman işlerini zorlaştıracaklar, seni zorlayacaklar. Niyetini, sabrını, azmini güçlendirmen, yönünü bulman, hızını belirlemen için. Zaman zaman da mesafe tabelalarını dikecekler ve yolu herkes için yürünür hale getirecekler. ”

Ama ben hiçbir şey bilmiyorum ki

“Biliyorsun ama henüz hatırlamıyorsun. Tohum da başlangıçta ağaç olacağını, meyve vereceğini, daha pek çok tohuma ‘annelik’ edeceğini bilmez. Ancak bu bilgi onda saklı durur. Zamanı geldiğinde, tevazu gösterip toprağa girdiğinde ortaya çıkar. Sen bir araziye çık, yolu açarken neleri hatırlayacağını şimdiden hayal bile edemezsin.

Toprağa mı gireceğim yani?

“Toprağa girmekle Dünyaya inmek arasında hiçbir fark yok.”

“Her şey olmaya niyet ettiğinde, sana ‘kendini’ hatırlatacak, içinde saklı duran bilgiyi ortaya çıkaracak bütün ‘ilişkiler ve olaylar torbasını’ da hayatına almış oldun. Zamanı geldiğinde her biri torbadan çıkıp önüne gelecek”

Ne yani yaşayacağım her şeyi ben mi hazırladım?

“Evet. ‘Her şey’ olmak isteyenler yol çantalarını da rotalarını da kendileri hazırlar. Buna “özgür-sorumluluk” denir. Daha sonraları buna “özgüven” adını sen vereceksin. Bu bulmacanın cevapları daha ilerilerde bir yerlerde seni bekliyor”

Peki! Hayatımda yer alan, yer alacak insanlar?

“Onlar senin yol açman için gerekli olacak pek çok yeteneğini ortaya çıkarmana, pek çok değeri geliştirmene, kimi zaman bazı şeyleri görmene, kimi zaman azmini sınamana destek olmaya ve seni anlama çabası göstermeye söz verdiler. Hayaline ortak olacaklar. Çözdüklerini yer yüzü diline çevirecekler. Seni doğru anlayabilirlerse anlamın anlaşılmasını sağlayacaklar. İyi haber şu ki; onlar, senin onları sevdiğin kadar seni sevecekler. Herkesin ‘diğerlerinin’ hayatında bir rolü vardır. Kiminin az, kiminin çok. Kiminin yumuşak, kiminin sert. Ama senin hayatının baş rolü sadece sana aittir.”

Bunları şimdiden tam olarak anlayamıyorum ama hoşuma gidiyor. Sanırım önümde kalabalık bir hayat var. Ama yine de kendimi yalnız hissettim.

“Ben hep seninle BİRlikteyim. Yalnız değilsin”

Geçen gün bir deniz feneri olmanın nasıl olacağını düşlemiştim. Deniz feneri de olabilir miyim?

“Deniz fenerleri Güneş’in olmadığı zamanlarda iş görürler. Karanlıkta  işe yararlar. Sen deniz fenerlerini de aydınlatacaksın. Güneş varken deniz fenerinin ne işi olur ki?”

“Her başlangıç uzun bir hazırlık gerektirir. Zamanı geldiğinde nereden başlayacağını bulursun. Şimdi şu ‘ilişkiler torbasına’ elini bir uzat bakalım. Hazırlık için neler var? Neler hazırlamışsın kendine? Bir bir yaşayalım.”

Zor olanları çıkarmasak olmaz mı?

“Önünde sonunda o torbadan çıkacaklar nasılsa. Zorluklar insanın içindeki pırlantayı parlatan biley taşı gibidir. Her şey olmaya niyet edenlerin yaşayacağı zorluklar daha sonra o yolu yürüyecekler için ‘rahmet-merhamet’ olurlar. Yani yaşayacağın zorluklar sadece senin olmayacak. Bazen dayanması zor olsa da ancak senin taşıyabileceğin kadar  ağır olanları koydun o torbaya.”

Sesini duyuyorum ama bir gün seni bulacak mıyım?

“Bu soruyu 1. Tekil şahıs olarak sormalısın”

Bir gün ‘kendimi’ bulacak mıyım?

“Yolu açmak için yürüdüğünde kendini bulacaksın, sonraki kendini de, daha sonrasını ve ötesini de …”

Herkes bulacak mı?

“Yolu niye açtığını sanıyorsun?”

“Kiminle konuşuyorsun kızım?” diyen annesinin sesiyle irkildi.

“Kendimle konuşuyordum” dedi.

Kafasını iki yana salladı annesi. “Bu kızda bir gariplik var ya, hayırlısı bakalım” diye söylendi.

“Bugün okullar açılıyor, geç kalma” diye seslendi.

Yine mi okul?

“Söylenmeyi bırak, yaşam zaten hiç bitmeyen bir okul. Bu günlerin kıymetini bil” dedi annesi.

Ben de ileride insana ‘gerçek’ bilgilerin öğretildiği kendi okulumu kurmazsam neyim” diye sessizce kendine söz verdi. Ve oyalanmadan ayağa kalktı, yürümeye başladı, sonsuza. …

Ocak 2023

diğer yazılarım