single-image

Gidenlerin Ardından


kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir
ben ayrılıkların
kimi insan ezbere sayar yıldızların adını
ben hasretlerin

N. Hikmet

Gidene mi yoksa kalana mı üzülür insan?
Bilinmez.
Kim bilir?
Belki derinden derine bilinir de dile gelmez.

Hayat oyununuzda önemli bir yer kaplayan, sizin için hayatı çekilir, dayanılır kılmış, yakınınızdaki biri dünyadan ayrılmışsa, hele ‘zamansız’ bir ayrılışsa, insan bir yanı eksilmiş gibi hissediyor kendini. Biraz çaresizlik, biraz kırılmışlık, biraz terk edilmişlik duygusu ve özlem sarıyor her yanını. O’nun buradaki hikayesi şimdilik bitiyor ama senin hikâyendeki yeri hala duruyor, sendeki hikayesi eksik kalıyor sadece.

Varlığı ile yokluğu bir birine geçiyor,
Biraz burukluk, biraz boşluk.
Bir ses kayboluyor,
Bir renk silikleşiyor,
zamanla siliniyor.

Giden gidiyor, geriye renkleri solmaya başlayan zihindeki hikâyesi kalıyor.

Dünya biraz daha ıssızlaşıyor. O dünyayı bıraktığı için değil, onun sendeki hikâyesinin bir kısmını da alıp götürdüğü için.

Zihin kütüphanesinde diplerde bir yerlerde dağılıp kalmış olan gidene ait ve senin onunla olan tüm görüntüler, duygular, anlar bir film gibi, “güzel anılar” klasöründen yeniden çıkıyor bilinç alanına. Bazı sahnelerini atlayarak seyrettiğin bir film gibi, bölük pörçük, parçalar halinde, neredeyse sadece “iyi ve güzel” olan sahneler yeniden yansıyor zihin perdesine.

‘Nasıl bilirdiniz?’ sorusuyla tüm ayrılıkların, terk etmelerin, terkedilişlerin duygusu birer birer eşlik ediyor o son sahneye. Hayatın ne çok ayrılıkla dolu olduğunu fark ediyor insan. Ölümün değil ayrılığın ağırlığı çöküyor üzerine. Ayrılığa ilişkin ne kadar duygu varsa istila ediyor varlığını, aklın bir köşede sessiz, çaresiz kalırken. Diğer yandan insanlığın en derinlerdeki büyük travmasının ayrılık olduğunu, olan ve olası tüm ‘buluşmaların, karşılaşmaların’ değerini bilmeni, hayatın ve hayatın içinde ne varsa biricikliğini fısıldıyor kalbin. “Ölürse ten ölür, canlar ölesi değil” diyen ozanın dizeleri, ihtiyacın olan, o birkaç damlayla teselli sağlıyor.

O dramatik sahnede, kalabalığın içinde kısa bir an kendini gülümserken yakalayıverirsin biraz mahcup, birilerinin görüp görmediğinden endişe duyar bir halde. Oysa onun gülüşünü hatırlamışsındır, sen de ona gülümsemişsindir içten içe. İçinde olan yüzüne yansımıştır. Bu karşılıklı gülüşmenin aslında yaşamı, varoluşu kutsamak olduğunu anlamakta zorlanacak kişilerden gizlenmek için ‘üzgün’ maskeni tekrar indirirsin yüzüne. ‘Işıklar içinde uyusun’ dilekleri uçuşmaya başlar çevrende. Acaba giden, derin bir uykuya mı yatmıştır yoksa dünya denen derin bir uykudan mı uyanmıştır sorusu takılır düşüncene. Her yanıtın ‘bilinmezlik’ boşluğunda eriyip kaybolacağını bile bile.

Gideni yolcu eden tanıdıkları, ayaküstü onunla olan anılarını paylaşır, dünyanın boşluğundan söz edilir şüpheli bir samimiyetle, üzgün görünürler. Sonra ‘son görevlerini’ yerine getirmenin iç rahatlığıyla, hayatta olduklarını bir kere daha hissetmek ve hala burada oldukları saklı sevinciyle yemeklerini yerler ve o kısa veda süresinde yüzeyden sorgulanmış kendi hayatlarına dönmek için dağılırlar. Bir sonraki veda törenine kadar, hayatı daha iç içe paylaşmış yakınları dışında çoğunun ne anılarında ne akıllarında kalacaktır.

Gün bitip eve, ıssız sessizliğine döndüğünde gidenin yokluğu daha fazla hissettirir kendini. Varlığı hayatının içinde ne kadar yer aldıysa yokluğu da o kadar derinden hissedilir. Biraz daha ‘yas’landığını’ hissedersin. Sen mi yas tutarsın, yas mı seni tutmuştur ayırdına varamaz insan.

Her türlü yaşanan, paylaşılan anlar ve anılar için minnettarlıkla sarmalanmış şükran duyuyor insan, gidene. Öyle bir hayat deneyimine tanık olduğun için, öyle bir rengi gördüğün için, onun da yer aldığı yaşam kombinasyonu için. Uykusunun değil, yolunun ışık, aydınlık olması dileğinden ve geriye kalan biraz buruk, biraz soluklaşmış “anı” denilen hikâyeden başka bir şey kalmıyor zamanla.

Dünya hapishanesinden tahliye olduğu için, bunu kendine bile itiraf etmenin ne denli zor olduğunu bilsek de yine de kendince gizli bir sevinç duyuyor insan. Buruk bir sevinç. O rengin, kokunun, ifadenin bir daha aynı sahnede, aynı rolle, aynı biçimde var olamayacağı için hüzünleniyor insan. Birbirinin karşısındaymış gibi duran iki farklı duygunun birlikte yaşandığı ‘Hüzgün’ bir halde dolaşıyorsun bir süre.

Giden sahneden çıkmıştır artık, hayat oyunun sonraki bölümünde aynı rolle yeri yoktur. Kendisi olarak o rolü en iyi oynayan ondan başkası olmazdı diye düşünüyor insan. Artık oyunun içinde değildir ama anısı zihninde, tadı ve sıcaklığı kalbinin bir yerlerinde hâlâ durur.

Sonra,

Sonra hayat devam eder.
Bildik biçimde.
Nerede kaldıysan oradan.

Hayat ne kadarına izin verirse, burada kalan yanınla,
tüm kalplerin bir gün buluşacağını umduğun o yere özlem duyarak,
Ya kendi ıssızlığına gömülürsün, bir vakit.
Ya da hayatın orta yerine balıklama dalarsın. Oyalanmak için.

Sonra,

Sonra hayat devam eder.
Bildik biçimde.
Nerede kaldıysan oradan.

diğer yazılarım