single-image

Sen Kimsin

Zamanlardan bir zaman, güneşin yüzünü daha az gösterdiği kış aylarında bir sahil kasabasında yaşayan arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Mevsim tatilcilerin evlerine döndüğü, orada yaşayanların birbirlerini tekrar görmeye başladığı, tanıdık kafelerde buluşup sohbetler ettiği mevsimdi. Arkadaşımın işlettiği bir kafede toplanmış, çoğunluğu kadın olan bir grup yeni tanıdığım insanların arasında sessizce onları dinlerken, gözlerken yaşanmış bir diyalog. Elbette benim baktığım yerden aktarılmış hikaye. Belki de  monolog demek daha uygun düşerdi. Çünkü bu sohbette sanırım her birimiz kendimizi dinledik, ötekini dinler gibi yaparak. Hayatta olduğu gibi.

Sen kimsin?” diye sordu bana, içtiği biradan bir yudum aldıktan sonra. Ne kadar damdan düşer gibi, aniden geldi soru. Biraz alay eder gibi, biraz alan açar gibiydi sorusunun tadı.

Bu soruyu bana mı sordu yoksa bana bakarak kendisine mi sordu tam kestiremedim. Yüzü ve sesi bana dönüktü, üstüme alındım. O anki sohbetin çerçevesi ve ortamın atmosferinden sıyrılamayıp, biraz şaşkınca gülümsedim … “bu soruya hemen cevap vermem çok zor, bunun cevabını bilmek için çok hayatlardır uğraşıyorum” diye kendiliğinden bir cevap çıkıverdi ağzımdan. Bilgiçlik ya da “bilgeçlik” tasladığımı zannetti. Belki de öyleydi, bilemiyorum. Bu tasladıklarım da kimliklerimin içinde saklıdır, kim bilir? Ama o niyetlerle söylemedim di. Aniden sorulan sorulara hep kafanda sürekli dolaşan cevap çıkıveriyor insanın ağızından acemice işte.

Ne yani kendinin kim olduğunu bilmiyor musun?” diye soruyu süsleyip tekrar sordu.

Bu konuda bazı varsayımlarım var, başlangıç olarak cüzdanımda taşıdığım ve bir resmi kurumun verdiği bir kimlik belgem var ama sanırım tam olarak kim olduğumu göstermiyor” diyebildim. O anda masada yapılan sohbeti biraz genişletmek biraz yönünü değiştirmek biraz da sohbete ısınmak için böyle bir cevap verdim. Yani beklentim bu yöndeydi. Ama pek çok beklentim gibi tersi sonuçla karşılaştım.

Bu cevaba biraz sinirlenir gibi oldu. Aslında cevaba mı yoksa bu soruyu şimdiye kadar hiç kendine sormadığına mı ya da bu sorunun cevabını hiç merak etmediğine mi veya kendine sunulmuş kimlikleri sorgusuz sualsiz kabul ettiği için kendine mi kızdı tam ayırdına varamadım. Ortamda bu duyguları uyandıran bir atmosfer oluştuğu için böyle sezdim. Aslında bir çırpıda “ben  … yım, şu işi yapıyorum, şurada yaşıyorum, şunlara sahibim, evsiz, iki kedi babasıyım, boş zamanlarımda boş dururum” gibi klişe sözleri sıralasaydım bu cevabımdan memnun olacaktı. Böylece belki de uzun zamandır kendi cevabıyla örtüşecek ve kendini rahat hissedecekti. Ama kızmıştı ve dışarıdan bakınca kızgınlık yönü de bana doğru yönelmiş görünüyordu.

Benim dışımda ne kadar kişi, kurum, inanç varsa benim kimliğim konusunda bir fikri var ama ben o kadar emin olamadım. Seçenekler arasında ‘hepsi’ ya da ‘hiç biri’ seçeneğini pek sunmadılar. Bu konuda rivayet muhtelif, yani anlayacağın pek çok sahte kimliğim var, kim olduğumu göstermeyen. Sanırım bu nedenle hemen herkesin bekleyebileceği türden bir cevap veremedim” diye devam ettim. Belki konuşma sıradan seyrine döner de ben de gözlemci ya da dinleyici konumuma geri dönerim umuduyla önce adımı söyledim, nerede ikamet ettiğimi ve mesleğimi de ekledim. Hani genellikle “kimlik” diye önce bunlar anlatılır, sonrasında karşıdaki kişi geriye kalan boşlukları kendi kafasına, hayat görüşüne göre tamamlar ya. Ben de kim olduğumu anlattım kısaca, anlattığımı sanıyorum. Ama öyle olmadı. Üstelik orada bulunanların dikkati de bu ümitsiz, dibe doğru giden diyaloğa çevrildi.

Yani daha kim olduğunu bilmeyen, sıradan birisin” dedi. Sanığın suçlu olduğuna ilişkin varsayımı onaylanmamış ve makamından aldığı gücü zedelenmiş kifayetsiz bir yarı-yargıç edasıyla. Bu durum beni de ister istemez “sanık” sandalyesine oturttu. Yani kendisine soru sorulan, kendini savunmak durumunda olan sanık konumuna. Oysa ben kendime daha çok “tanık” konumunu yakıştırırdım bu durumda. Dedim ya! kendim hakkımda, kendi oluşturduğum, içinde yaşadığım kültürden, inanç coğrafyasından, ailemden, çevremden üzerime yapışan pek çok kimlik, kabul ya da varsayımlarım var diye.

Sadece ‘ben’ desem yeterli olur mu?” diye sormak gafletinde bulundum. İyice sinirlendi, “yani bir halt değilsin” dedi. “evet öyle de denebilir” dedim ama yargısının hangi kısmını onayladığımı bilmeden söyledim bunu. Yani “bir değilsin” kısmına mı yoksa “halt değilsin” kısmına mı onay verdim tam ben de farkında değilim. Bu yanıtımla birlikte sesli dile getirilmemiş bir “kendini beğenmiş, ukala”  ara yargısı sardı ortamı. Kendimi severdim ama kendimi beğendiğim konusunda pek emin olamadım. İnsan daha tam olarak kendim diyeceği bir varlığı ya da varlık bütünlüğünü tanımamış veya tanımlayamamışsa (tanımlanabilirlik konusunda hala ciddi şüphe içindeyim) hangi kendini beğenir ki? Demek ki ‘karşıdan ve dışarıdan bakınca’ öyle görünüyormuş.

sen kendini ne sanıyorsun?” diye sordu. Bu bir soru muydu yoksa bir sorgu mu? Tam anlaşılır değildi ama fabrika ayarlarım “iyi niyet” e ayarlı olduğu için soruymuş gibi yanıtladım. “Sadece insan”. Sanırım bu cevabım yeterli gelmedi. Sonra aramızda şu diyalog geçti.

Onu biliyoruz, geç!” dedi. “Necisin? Nereden geldin nereye gidiyorsun? Ne yaparsın, ne düşünürsün? İn misin? Cin misin?”

“in-sanıyorum”

insanmak mı? Ne demek şimdi bu?”

İnsan olduğumu sanıyorum

saçmalamaya başladın” dedi

belki saçma gelebilir ama sanırım insan olmaya çalışmanın cilveleri işte” diye biraz daha saçmaladım.

bu konuda anlaşılır bir cevabın yok yani” dedi.

Madem battık, sıvası iyi olsun diye, “Aslında anlatılır bir cevabım yok. Anlatabilsem de anlaşılır olur muydu bilemiyorum.” Dedim.

Hiç bir şeyim desene” dedi.

Bilmeden mi söyledi, Tanrı mı söyletti nedir? Uzunca bir “ooooooooo” nidasından sonra, sırıtarak;

Teşekkür ederim öyle gördüğüne amahiç” bir şey olma aşamasına tam olarak geldiğimi söylemem zor. Hiçlik oldukça yükseklerde bir bilinç hali, kendi varlığını en üst düzeyden bilme aşaması. Hoş! Zaman zaman bunu kısa zaman aralıklarıyla duygu olarak deneyimlemiyor değilim ama henüz oralara gelemediğimi sanıyorum, sadece niyetim var” demek gafletinde bulundum, kendimi bile şaşırtacak bir samimiyetle.

benimle dalga mı geçiyorsun?” diyerek iyice sinir kırmızısına büründü.

Sussam bir türlü, sorularına yanıt versem başka tür sinirleniyor. Tam içinden çıkamadım durumun, “estağfurullah kimseyle, kimsenin “ben”iyle dalga geçmedim hiç, sorduğun sorulara samimi yanıtlar vermeye çalışıyorum kendimce. Dalga geçme işini sadece kendimle, izin verdiği ölçüde biraz da hayatla yapabiliyorum” dedim, sakince.

eee?” dedi.

ama sen de insanlığın bilinen tüm varoluş tarihi içinde yanıtını henüz tam olarak bulamadığı soruları soruyorsun ve iki cümlede cevap bekliyorsun” dedim. “Bunun cevabını hemen verebilecek bilinç düzeyinde olsaydım sanırım dünya ya da hayat denen deneyime hiç ihtiyaç duymazdım” diye ekledim ve sustum.

Sonsuzluktan geldim sonsuza gidiyorum” desem ukalalık değerlerim artacak, “evden geldim eve gidiyorum” desem cid-diyetim- güme gidecek, “bilmiyorum” desem inandırıcı olmayacak, “aslında hep buradaydım” desem yalan olacak, “biliyorum ama anlatamam” desem sınırları zorlanacak, “anlatırım ama anlayabilir misin?” desem sinirleri zorlanacak. Ne desem de kendini iyi hissetse acaba diye düşündüm bir zaman.

Bu düşünme ya da karar verme süresinde masada oturan diğer kişiler heyecanlı bir satranç karşılaşması izliyormuş gibi göründü gözüme. Bu durumlarda insan neden kendini değil de seni, senin vereceğin cevabı merak eder ki? Aslında bu soru ya da cevaplar sizi de ilgilendiriyor demek geçti içimden, ama o kadar kişinin kızgınlığını da üstüme çekmekten çekindiğimi itiraf etmeliyim.

yahu! Altı üstü basit bir soru sordum. Amma debelendin ha!” diyerek dalga geçti.

“ Ne! basit bir soru mu?” diye sordum şaşkınlıkla. Varsa varoluşun, yaratılmışsa yaratılışın en temel sorularına ‘basit’ diyen biri ya bilgeliğin derinliklerinde ya da cehaletin zirvesinde olmalı diye geçti içimden. Ama çabuk geçti. Sonra kızgınlıkla bilgeliği ya da yargıyı gelişmişlik kavramıyla yan yana bir türlü getiremediğimden “cahilge” olması  fikri ağır bastı. Aslında cahilgelik de bir “bilemediğini bilme bilgisi sayılabilir,  bu olsa olsa “cahillektüel” bir hal.

akşamdan bu yana, bu masaya oturduğundan beri bakıyorum hiç konuşmadın herkesi seyretmekle meşgulsün” dedi.

keyifle dinliyorum konuşmaları, konuşanları gözlüyorum” diye cevap verebildim.

neden konuşmalara katılmıyorsun, kendini buradaki topluluğun üstünde mi görüyorsun?” diye yorucu bir kasabalı hoyratlığıyla soru-yorumda bulundu. Bu durum ellerini beline koyup, biraz gerdan kırarak “bana bak bana…” diye başlayan türden bir cevap gerektirebilecek bir durum ama, dedim ya fabrika ayarlarım.

üstünde demesek de içinde olmaya çalışıyorum desek sanırım şu andaki konumuma ya da ruh halime daha uygun düşer” dedim. Dedim ama birisi bir kez insana dayak atmaya karar vermesin, ne desen fark etmez. Eliyle, değilse diliyle dövecektir. Bu durumda her hangi bir kırılmaya yer vermemek için beden olarak mümkün değilse de “varlık” olarak orada bulunmamak işe yarayabilir. Bunun bir olumsuz yanı var, dövmeye karar veren kişi dövme duygusunu pek tatmin edemiyor. Tatmin edemeyince kendisi dayak yemiş hissine kapılıyor. Keskin sirke örneği.

Bir süre sözleri “ateş topu” gibi yağdı. İlginçtir ama böyle durumlarla karşılaştığımda “varlığını o ortamdan çek ve yargısız, yorumsuz, etkilenmeden dinle” diyen ustamın önerisini uygulamaya çalıştım. İyi ki öyle yapmışım, yolladığı ateşten sözlerin hiç biri bana (ya da ben’e) dokunamadı. Bu duruma,  bana dokunamadığının farkına vardığında garsondan içki istedi, bir dikişte bitirip tekrar istedi. İçtikçe kendinden geçmeye başladı. Kendinde olmayan birinin kendinden geçmesi garip bir ironi. Sonra kendi kendine mi, başka birine mi konuştuğu anlaşılmayan şekilde konuşmaya başladı. Erkekleri, yabancıları, büyük şehirde yaşayanları, pek çok insanı, statüyü, durumu içine alan aşağılayıcı kızgınlık sözlerini sıraladı. Neredeyse dışarıda kimse kalmadı. Söylediklerini yazamıyorum, (bakınız fabrika ayarları). İhtimal ki kafasındaki kendiyle konuşma yaptı. Ama kendisi de kendisini duymakta (dinlemekte) zorlandığı belli oluyordu. İnsan bir şeyler anlatırken karşısındaki kişinin dinlememesi sinir bozucu bir durum oluşturuyor, bu durum insanın kendisiyle gerçekleşiyorsa daha da sinir bozucu ve bu sinirin nereye yöneleceği konusunda kişiyi “deli mayın” haline getirebiliyormuş.

Bu duruma üzüldüm mü? O masada oturanlar kadar değil, hatta hiç değil. Üzülecek bir durum değil elbette. Benzer bir süreçten ben de geçmiştim bir zamanlar. Anlayabiliyorum. Bu sürecin sonuna doğru, insan yardım ellerini ( ya da sözlerini) görebilecek duruma geliyor. O zamana kadar yapacak pek bir şey görünmüyor. Dinlemek ve anlamaya çalışmak uygun bir yaklaşım olabilirdi, ben de öyle yaptım. Akıl vermek yapılacak en önemli hata olabilir. Çünkü kişinin zaten kendi zihniyle, duyguları (ya da aklı ile kalbi) kavga etmektedir. Bu kavgada hep kendini haklı bulacak bir şeyler olacaktır. Nihayetinde kişinin kendini arayış sürecinin zorlu bir aşamasıdır bu. Üzülmedim yani.

Bir süre bana küsecek, aslında kendine küstüğünün farkında olmadan. Zihni de bu küsme eylemine bir sürü mazeret hazırlayacak. Ama olsun atlatacaktır. Önemli olan benim alınma, küsme sorumsuzluğunu göstermemem. Yoksa bu süreci atlattığında nasıl insanın kendisiyle barış yapabileceği konusundaki fikirlerimi paylaşabilme yolunu açık tutabileceğimi umdum.

Neredeyse evrensel bir kural haline gelmiş, diğer insanlarla, hatta dünyanın geriye kalanıyla barışmak ancak insanın kendi içindeki savaş bittiğinde gerçekleşebiliyor. Kendisiyle savaşan bir insanın o andaki durumuna değil, bu sürecin sonunda ulaşacağı barışa odaklanmak gerçek sevgiye daha yakışan bir yaklaşım gibi duruyor. Zaten kendisiyle kavga halinde olan bir varlık mümkün olduğunca çevresindeki kişileri de bu kavganın içine çekmek eğiliminde olduğunu daha önce pek çok kez gözlemiştim. Barış’ın bir durum değil, bir tercih olduğunu o zaman anladım.

Masada oturanların rahatsızlığını (belki de kendi rahatsızlığını) fark ettiğinde dışarı çıktı, kısa süre sonra biraz da soğuk havanın etkisiyle olsa gerek görece sakinleşmiş olarak geri geldi.

Belki de bu kadar derin analize gerek yok. Yarın sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamayacak. Sadece o an ferahlamasına, rahatlamasına hizmet etmiş olabilirim. Olsun. Yine de buradan ilginç bir hikaye çıktı.

İletişim kurma niyetiyle, “her şey yolunda mı?” diye sordum. Eliyle “idare eder” anlamında işaret yaptı. “Peki sen kimsin?, kendini tanıtmak ister misin?” diye konu açma amacıyla sordum.

Dalga mı geçiyorsun benimle?”

“Hayır” dedim. İnanmadı. “Gerçekten tanışma niyetiyle sordum” dedim. Bu kez az inanmadı. Bir şeylerin başına “gerçekten” sözünü ekleyince daha mı inandırıcı geliyor ki?

Adını söyledi, elini uzattı, ben de elimi uzattım ve “memnun oldum” dedim. Gülümsedim. Tamam, sahte bir gülümsemeydi, ama işe yaradı. Sakinleştiğine mi, bir iletişim yolu açıldığına mı memnun oldum bilemedim. Ama karşılıklı konuşmak kavga halinden daha güzel, belki de buna memnun oldum.

Az önce olanlar için kusura bakma” dedi.

Az önce ne oldu ki? Diye sormak geçti aklımdan ama içimdeki ses “kaşınma” dedi. Ben de sadece “Bakmadım” dedim. Bu cevabıma da masadaki diğer kişiler inanmadılar, inanmamış gözlerle baktılar. Bu tür bir cevaba inanılmaması gerektiğini içinde yaşadıkları çevrede çok fazla dayatılmış olsa gerek. İnanmaları için “bakmadım” sözcüğünün başına “gerçekten” sözcüğünü ekleseydim keşke. Kim bilir benim kişiliğimde çevresindeki bu kalın duvarlar arasında kalmış anlayış, inanç ve davranışlara isyan etmişti. Ama düzgün bir diyalog kurabilme olanağı olsaydı az önce ne olduğunu onun tarafından nasıl görüldüğünü dinlemeyi tüm içtenliğimle arzu ederdim. Bir insanın içerideki yolculuğuna dair pek çok değerli ip uçları vereceğini sanıyorum.

Kahve istedi garsondan. Kahvesini içerken fincana bakarak kendi kendine “insanlaşmak ha?” diye yarı sesli sorduğunu duydum. İyi bir başlangıç sorusu olabilir diye geçti içimden. Kafasını kaldırdı, göz göze geldik gülümsedim. O da gülümsedi.

Masada havadan sudan yeni sohbet konuları açıldı ve her şey “normale” döndü. Masada bulunan herkes her şeyin normale dönmesiyle mutlu oldu ya da öyle görünmeyi seçtiler. Sanırım bundan sonra kendileri dahil hiç kimseye “sen kimsin?” sorusunu açıkça sormamaya karar verdiler. Servis edilmiş hazır cevaplarla “normal” hayatlarına mutlu-mutsuz devam edeceklerini sözlerinin satır aralarında kendilerine söylediler. Ya da buradan bakılınca öyle duyuluyordu.

Bu arada “normal” ne demek? Sorusu aklıma takıldı.

Sonra da insanın binlerce yıldır kendisine sorduğu en eski soruyu bir kere daha sordum, içimden kendime: Gerçekten “Sen kimsin?

Bu sorunun cevabına ‘ben’ diye başlıyorsan çıkmaz yöne gitme riskin yüksek demektir. Uyanık ol” diye seslendi içimdeki.

diğer yazılarım