single-image

Prenses ve Kurbağa Masalı – Bir

PRENSES VE KURBAĞA MASALI – BİR

Anne, ben nasıl dünyaya geldim?

seni dereden bulduk” diye cevap verdi… Bu nasıl bir yanıttır? Dere kenarından olsa olsa ya çalı çırpı ya da kurbağa bulunur. Bir çalıya benzemediğime göre yoksa? … İlk kez o zaman içime bir şüphe düştü. Acaba bir kurbağa olabilir miydim? Kim bilir belki de söylediği doğruydu, annem benimle hiç şakalaşmadı ki, söylediklerini hep ciddiye almıştım. Arada bir bana, hele onun istediği gibi uslu bir çocuk olduğumda “prensim” diyordu… Eğer bu durum doğruysa acaba neden yıkanmaktan hiç hoşlanmıyorum ki?

Bu kurbağa masalı ne kadar çok kez hayatıma girdi. Pek çok gerçeği keşfetmeme yardım ettiği gibi, bazen de “gerçeği” duymamı, belki de prens olmamı engellemişti. İlk kez annem beni uyutmak için “kurbağayı öpen prenses” masalını anlattığında anlamıştım daha sonraları da önüme çıkacağını.

Bir gece annem beni uyutmak için “kurbağayı öpen prenses” masalını anlatırken sormuştum “anne sen hiç bir kurbağa öptün mü?” Sorumu duymazdan geldi. Bu masalı ilk kez dinlediğimde bir kurbağa biliyordum, masal kitabında resmi vardı ve başında bir taç vardı ama hiç bir prensesle tanışmamıştım. Hoş! Prenses olduğunu zannettiğim bir komşu kızı vardı ve bana kalırsa o bir prensesti, davranışlarına bakılırsa kendi de kendini prenses sanıyor olabilirdi. Ama ona babasından başka kimse “prenses” demiyordu. Kafamı karıştıran, babası “Hüsamettin amca” bir kral değildi, kralsa da bir kral gibi davranmıyordu. Bunu nerden mi anladım? Hüsamettin amcayı bir sabah işe giderken gördüm. Evleri bir saray değildi, yakınlarda (köşedeki simit sarayını saymazsak) bir saray da yoktu hem de kral dediğin hep sarayda yaşar. İşe gitmek ne demekti? Kral dediğin işe mi gider? O sarayında oturur, kraliçeyi kızdırmayacak önemsiz konularda sağa sola emirler yağdırır ve ne iş yaptığı bilinmez. Üstelik akşamlardan bir akşam elinde alış veriş torbasıyla işten eve dönerken gördüm, o an anladım kral olmadığını. Ama bir “cadıyla” evli olması ve kızına “prensesim” demesinden kral olma ihtimali hala şüpheli benim için. Aman! zaten beni ilgilendiren de, kral olması değil ki, kızının prenses olma ihtimali.

İçinde bir kral geçen masalları dinledikten sonra hep merak etmiştim; acaba bir kral herkes ona kral diye davrandığı için mi kral oluyordu yoksa kral olduğu için mi herkes ona kral gibi davranıyordu? Belki de sadece bir kraliçe ile evli olduğu içindi ya da prenses bir kızı olduğu içindi. Yoksa o kralı da daha önce başka bir prenses öptüğü için mi kral olmuştu? Eğer öyleyse her şeyi belirleyen prenses ve onun öpücüğü olmalıydı. Bu konuda masallarda bir açıklık yok.

Bu kez sorumu değiştirdim. “Anne! Bir prenses neden bir kurbağayı öper?” … “Her kadın hayalindeki prensi arar. Bu nedenledir oğlum” diye benim o zamanlar anlayamayacağım bir cevap verdi. Sonra da ekledi; “babanı öpmekten daha iyi olabilirdi.” … Bu benim anlayabileceğim derinlikteydi. O zaman anladım annemin de bir kurbağayı öpmeyi babama tercih edeceği bir prens hayali olduğunu. Hayret bu durum annelere hiç yakıştırılmaz ama çok sonraları anladım ki bu durum hiç bir şeyi değiştirmiyordu, pek çok prensesin zamanla bir prensi “kurbağaya” çevirme konusunda da çok başarılı olabileceği… özellikle evlendikten sonra. Her türlü durumda bir prens “pijamalı, göbekli bir babaya”  dönüşebiliyordu. Böyle bir sonuç bilinirken 40 gün 40 gece eğlence yapılması da hala anlayamadığım bir gariplik. Sanırsam ya “alışkanlık” fena bir şey ya da hayat başka bir şey. … Acaba komşu kızını öpme fikrimden vaz mı geçsem? Ya işler ters gider de ben prens olacağıma o kurbağa olursa? İşte bu fena. Çünkü bir kurbağayı prensese çevirme konusunda henüz dünyada yazılmış bir masal yok. Annesi canıma okur valla.

Bu “kurbağa ve prenses” masalıyla okula başladığım yıllarda tekrar karşılaştım. Okulda dinlediğimde bütün çocuklar prensesi hayal edip hülyalara daldığında ben biçare de, evde kalmış ve bir kurbağadan medet uman bu prensesin durumuna pek üzülmüştüm. Benim bu üzüntüm yine de prensesi kurbağayı öpmekten ve diğer dinleyenleri prensesle olan abuk fantezilerinden alıkoymamıştı. Annemin “saçma” dediği soruları öğretmene de sordum tabii. … Dedem okula gitmemek için direndiğim zamanlarda, beni ikna etmek için “soru sormayı ve cevapların nasıl bulunacağını öğreten eğlenceli bir yer” demişti. Eğlenceliyse giderim dedim … ve gittim. Cevapların nasıl bulunacağını öğretmiyormuş. Nasıl mı anladım? Soru sordum, sonra bi daha sordum, sonra pek çok defa, merak ettiğim bütün soruları sordum…  Öğretmen de benim sorularımdan çok bunalmış olacak , “acaba yanlış meslek mi seçtim” diye söylenirken duydum. Bir kurbağaya yönelik merakım için bu kadar  bunalırsa, daha dünyaya ilişkin sorularımı duysa ne olur bilemem. Okulun ilk zamanlarında öğrendiğim bir şey var, eğlenceli olmadığı gibi hiç de soru sormayı öğretmiyormuş. Benden de öğrenmek istemediler. Okula gitmem annemin biraz kafasını dinlemesine yaradı, bir kaç tane de arkadaşım oldu. Okulda ne kadar merak etmediğim şey varsa onları anlattılar. …

İyi de! bir prenses kurbağayı neden öper ki Allah aşkına? Çocuklar öpüşmekten uzak dursun diye mi anlatır büyükler bu masalı? Yoksa öpüştüklerinde hep kurbağa tadı mı aldılar öpüşmelerinden? Peki neden kurbağa prens oldu da, prenses kurbağa olmadı? Hiç mi öpülebilecek makul başka bir hayvan yoktu yani? Hem komşu krallıklarda ya da komşu krallıklara komşu krallıklarda veya daha ötelerdeki krallıklarda hiç mi öpecek prens kalmamıştı? Kurbağa havuz kurbağası mıydı yoksa dere kurbağası mı? Kurbağanın prensesin havuzunda ne işi vardı? Değilse prenses “genç kız başına” dere kenarında ne geziyordu? Ve bir kurbağayı öpecek kadar zor durumda mıydı? Yoksa öptüğü kurbağa değil miydi? Merak ettiğim en berbat soru da; kurbağanın neresinden öptü? Sanırsam yanağından değil. Bu masal her prensin içinde “bir kurbağa vardır” fikrini mi anlatmaya çalışıyordu?

Tabii prensesin öptüğü şey gerçekten kurbağaysa, meseleye hiç kurbağa tarafından bakmadım. O ne hisseti acaba? Kurbağanın öpülmekten hoşlanıp hoşlanmadığı, prens olduktan sonra nasıl davrandığı, ne hissettiği, ne düşündüğü, düşündüklerini nasıl ifade ettiği, ifadesi için hangi dili kullandığı, ifade ettiklerinin yeni çevresinde nasıl anlaşıldığı, bir kurbağa geçmişiyle “iç güveysi” olmanın nasıl bir duygu olduğu masalda hiç konu edilmemişti. Üstelik prenses kurbağayı öptüğünde ve evlendiklerinde kurbağanın durumu dört kat zorlaşacaktı, birincisi kayınvalidesi cadı bir kraliçe olacaktı, ikincisi ne iş yaptığı tam olarak belli olmayan kral bir kayın pederi olacaktı, kurbağanın ailesinin durumu malum, ama en dramatik olanı, prenses kurbağa prensten sıkılırsa deredeki bütün diğer kurbağalar sıradaki potansiyel birer prensti… Ooof of! Gerildim be masalı dinlerken.

Peki acaba kurbağayı öpen cadı olsaydı ne olurdu? Düşünmek bile istemem… aman ya! Bu masallarda hiç mi normal biri yok? Pek etliye sütlüye dokunmayan, ülke yöneten Krallar, Kralı yöneten kraliçeler, hırslı cadılar, bir koca hayali kuran prensesler, evden kaçan çocuklar, zehirli elmalar, kötü adamlar, kötü kardeşler, devler, cüceler, karanlık ormanlar, kurtlar, ejderhalar, ulaşılması zor kuleler… Bu masallar yüzünden tüm çocuklar öpüşmekten de, hayattan da, uykudan da tiksinecek… Belki de çocuklar bu abuk masalları daha fazla dinlememek için erkenden uyuyorlardır. Bu masalları çocukların yazmadığı kesin. Büyüklerde bi tuhaf yani, böyle abuk sabuk masallar yazıyorlar, sonra da bu abukluğu anlayabilmek için çokça soru sormak durumunda bırakıyorlar çocukları. Üstelik masalı anlamak için sorulan soruları da, “saçma” diye beğenmiyorlar… acaba hiç büyümesem mi?

Çocuk aklı işte! acaba cadı annesinden kurtulmak için mi bir kurbağayı öpmeyi göze alıyordu prenses? O zamanki düşünceme göre kurbağa, “kurb” aşiretinin “ağa”sıydı. Ağa dediğinde prens olmasa da anlam olarak prense yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Yani kabul edilebilir bir mesafede. Ama babam bizi bir dere kenarında pikniğe götürdüğünde ilk defa gerçek bir kurbağa görmüştüm. Uzun süre inanamadım masalda geçen o kurbağanın bu kurbağa olduğuna. Bende oluşan hayal kırıklığını (kırıklık sözü az kalır. Dehşet demek uygundur) bir düşünün. Dere kenarında bulunduğuna inanan, annesinin arada bir “prensim” dediği bir çocuk ve “kurbağayı öpen prenses” masalı… Kendime gelmem uzun zaman aldı. “Kendime gelmek” derken eski kendime gelmekten bahsediyorum. Yoksa gerçekten “kendine gelmek” ne demek O’nunla tanıştıktan sonra anlamaya başladım.

Bir insanın uyuması için masal anlatılması, masaldan beklenen güzel bir şey ama çok soru soran biri için uyku kaçıran bir duruma neden olması da söz konusu. Annem bu masalı okurken, (pek çok masalda olduğu gibi) anneme göre abuk-sabuk, bana göre oldukça mantıklı ve bir masalda çatlayasıya kadar merak edilecek pek çok sorumdan bunalmış olacak ki, “tamam seni Sevgi teyzene göndereyim de sorularını ona sor. Hem o pek çok kişiye “insan”  olmanın yolunu göstermiş bir bilgedir.” diyerek (bilge ne demekti ki? Bu soruma da cevap vermedi, bunu da ona sor dedi) beni O’na yolladı. Hımm! “insan olmanın yolunu göstermesi” derken kurbağa olma olasılığım konusunda şüphelerim biraz daha arttı.

Tanışmamız işte o günlere rastlar. Benimle bir çocuk gibi konuştu. Yok! çocuk taklidi yapan yetişkinler gibi değil, baya, bildiğimiz çocuk gibi. Yani çocukluk arkadaşımla, hatta samimi bir arkadaşımla konuşuyormuşum duygusuna kapıldım sık sık. Neşeli bir içtenlik, saflık, masumiyet ve en önemlisi bir “arkadaş” güveni içeriyordu. Bunların, (sonuncusu hariç) anlamını ve adlarını o zamanlar bilmiyordum ama bu duyguları uyandırıyordu. Adlarını sonradan öğrendim… Annem soruma cevap vermemişti ama onunla konuşurken “bilge olmakla çocuk olmanın” sanki aynı şey olduğunu sezer gibi oldum. Bunu sezince gizliden sevindim. Yani büyüyünce “bilge” olmakta pek zorlanmazdım, ne de olsa çocuk olma konusunda hatırı sayılır bir deneyimim vardı. Bir de şu kurbağa konusunu çözebilsem daha iyi olacak. Çözemezsem “bilge bir kurbağa” hatta sadece “kurbağa” olarak kalmak da var işin sonunda bir yerlerde.

O’na gittiğimde gerçeği gerçekten de merak ettiğimi zannederdim. Merak ettim sordum bende. Hazır “açık kaynak” bulmuşken sordum, sordum, sordum. Dikkatlice dinledi, sanki dünyadaki tek anlatıcı benmişim ve dünyanın en önemli sırrını açıklıyormuşum gibi dinledi, sonra  uzun uzun anlattı sabırla, … ama ne sabır! şimdi anlıyorum bunu, yani onun sabrını. Anlattı, anlattıkça anlattı bildiklerini, bilemediklerini, sezdiklerini, gezdiklerini, sorduklarını, olduklarını. O anlamam için anlattı. “Anla” hattımı genişletti. Anlattıkça anlama sınırlarımı zorladı. Anlattıkça açıldı açıklara, anlattıkça daldı derinlere, anlattıkça çıktı göklere. Anlatırken sorduğum bazı soruların cevabını vermedi, “bilmiyorum, onu sen bulacaksın” dedi. Anlatırken, sorduğum sonu “değil mi?” diye biten tüm sorularıma hep “evet” dedi. Çok sonralar anladım ki, her bilge bu onaylanma ihtiyacı içeren “değil mi?” sorularına hep “evet” dermiş”. Bazen bana, bazen kendine anlatır gibi anlattı. Anlattıkları bazen aklıma bazen kalbime dokundu şefkatlice. Bazı anlattıkları aklıma “sığdı”, bazı anlattıkları için aklım çok “sığ”dı…  Sordum sormasına da “dinleme” yeteneğim sıfırmış şimdi anlıyorum bunu da. “Yeteneğim sıfırmış” demem kendimle ilişkimi iyi tutmaya çalışmamdan, yoksa sıfır yetenek mi olur? Olsa olsa buna düpedüz “yeteneksizlik” denir. Dinlemeyeceksen soru da sormayacaksın. Bak masal dinlemekte fena değilim, çocukluktan bir aşinalığım, antrenmanım var ama “gerçek” dediğimiz şey de masal değilmiş ki birader! Masalın tersine uyutmuyor, uykusunu kaçırıyor insanın. “Zaten gerçek dediğin uyuyan için değil, uyanmış insan içindir” demişti anlattıklarının bir yerinde. O anlattıkça uykunun rahatlığı bir yandan hala çekerken, uyanmanın cazibesi diğer bir yandan. Buna “uyku sersemliği” diyorlarmış. Uyku ile uyanma arasında “Araf” durumu, yani ortada kalma hali. Yarı bilinçsizlik durumu. Yani kurbağa olmak gibi bir hal. Suda mı yaşıyorsun, karada mı belli değil.

Neyse! Onu dinlerken zihnim kaymış (hep kayar). Anlattıkça anlam verdi vermesine de benim anlam kabımın derinliği konusunda beni bilmiyordu ki. Okulda “kurbağanın sindirim sistemini öğrenmek hayatta ne işimize yarayacak hocam” diyen bir ruh hali ve yüz ifadesiyle dinlediğimin farkına varınca durdu, bir süre sessizlikle anlatmaya çalıştı, sonra sustu. Ama nafile! Benim “fazla”mın ne kadar olduğunu anlamıştı sanırım ve anlattıklarının bana fazla geldiğine emin oldu. Öyle ya ! “bir kurbağanın sindirim sistemini neden öğrenmeliydik ki? Senin ilgini çekmeyen, içine dalmakta isteksiz davrandığın ‘hakikat’ in bir kurbağa’nın sindirim sistemi bilgisinden ne farkı vardı ki?” … Bilemiyorum, belki de ben bir kurbağaydım ve “gerçekleri” benim anlayacağım dille anlatarak beni öpmeye ve “prens” yapmaya çalışıyordu. Kim bilir?

Ben bir masal’ın gerçeğini beklerken o bana düpedüz masal diyarının ötesindeki “gerçeği” anlatmaya başlamıştı. Anlatmasının bir yerinde “soru sormak düşünen insanın işidir, gerçeği duymak ve anlayabilmek için iyi bir başlangıç” demişti ama bunun anlamını anlamam çok sonraki zamanlara rastlar. Hatta “hayal kurmak bile ciddi iştir, bunun için bile düşünebilme yeteneğinin gelişmiş olması gerekir” demişti. Bunu anlayabilmem de çok sonraki dediğim zamanlara denk gelir. Masalla uyumaya alışmış biri için bu giriş “çok fazlaydı” ya da ben “çok küçüktüm”. Hoş! Bazen hala “çok küçük” olduğumu düşünmüyor değilim. Çünkü hala kurbağanın durumu zihnimi meşgul ediyor. Bir kurbağaya neden bu kadar yakınlık duyduğum da yanıtını duymaya ürktüğüm ayrı bir soru.

Bir kurbağayı anlamaya bu kadar zaman ayırmam, içinde her hangi bir hayvan bulunan diğer masalları düşündüğümde bir değil sanırım birden fazla “hayat” gerektirecekti. Bunu göze almam imkansız, bunun için bir an önce bu meseleyi çözmem gerekecekti. Bu nedenle bana göre en can alıcı ve sonuca ulaştırabilecek en kestirme soruyu sordum ona, “bir kurbağa insan olabilir mi?” … çok garip bir biçimde bu soruyu sorduğumda sanki kendimi bir “yetişkin” gibi hissettim. Bu soru bir çocuğun masum sorusundan çok, bilgiç bir yetişkinin sorusuna daha yakındı. Ama olsun yine de sordum.

Olabilir” dedi gülümseyerek. “Ama çok çalışması gerekecek” diye ekledi. Tabii o zamanlar ben bu sözü şöyle çevirdim “kendimce” diline; önce saraya yakın bir dere kenarında dolaşan bir prenses bulmalı, sonra da ne yapıp edip kendisini öpmeye ikna etmeliydi. Eh! Prenses dediğin de öyle her yerde her zaman bulunan bir şey değil ki, çok zıplaması, çok dolaşması ve çalışması gerekecek… Dünyada yeteri kadar prenses var mıdır? Kaç kurbağaya kaç prenses düşüyor acaba? düşüncesi de aklımdan geçmedi değil … Bilse bilse babam bilirdi, ona bir sorayım diye kendime söylediğimi hatırlıyorum. Ama babamın ciddi hallerinden bir fırsat bulup bir türlü soramadım. Kurbağaların durumu gerçekten de zordu. Elbette tam kestiremediğim bir durum daha vardı, bir kurbağa önce prens mi olup sonra insan oluyordu, yoksa önce insan mı olup sonra prens oluyordu? Ya da bir prensesin evlenebilmesi için insan olmasına gerek yoktu, prens olması yeterli miydi? Bunun cevabını da bilmiyordum ve buna verilecek cevaba göre durumu daha da zorlaşabilirdi.

Kendimin hala bir kurbağa olma ihtimalini düşünerek ona “peki! Ben insan olabilir miyim?” diye kurbağaca bir soru sordum safça. Bu soru onu çok güldürdü. “Sen çok yaşa çocuk” dedi “elbette sen bir insansın. Çok çalışırsan gerçek İNSAN da olursun ötesini de…” bu sözleri duyduğumda tam olarak kendimi bir prenses tarafından öpülmüş kurbağa gibi hissetim. Ama bir farkla, hem öpülmüş bir şaşkın prens gibi hem de hala kurbağa gibi bir ruh hali. Ağzımdan abuk bir soru çıktı “vraak yani?”,  “nasıl yani” nin kurbağacası. Bir şaşkınlık, bir alıklık hali ki görmeyin. Onu anlayabilmek için bir an önce “büyümeyi” istedim ya da bir an önce büyümek için onu daha fazla “anlamayı” çok istedim. Uzunca bir zaman sonra anlayabileceğimi sandığım şu sözüyle devam etti “İnsan doğduğu anda “İNSAN” olduğunu sanır ve çoğu kez bu yanılgı ile de ölür. Oysa bir varlık dünyaya “İNSAN” olmak için doğar ve ayrılana kadar da bu yolda çalışır.” … bu sözü duyduğumda nedense? İçimde “dereye atlama” isteği duydum ama kanatlanıp uçma duygusu daha ağır bastı. Kanatlı kurbağa var mıydı acaba? Yoksa da bu hissi ilk ben yaşamış olmalıyım dünyada. Kendimi hem kurbağa gibi hissediyordum hem de uçuyordum.  Bu uçma hali bende uzunca bir zaman devam etti.

Sevgi teyzemle yaptığım konuşmaları aklımın yettiğince, dilimin döndüğünce mahalledeki arkadaşlarıma, hatta evdekilere de anlatmaya çalıştım. Çocukluk işte! neyi anladın ki neyi anlatmaya çalışıyorsun? Anlamadılar tabii.  Olsun! onlar anlasın diye anlatmadım ki zaten, kendim anlayayım diye anlatıyordum. Bu heyecanlı ve kanatlı halimi çevredekiler anlamayınca adım “uçuk” a çıktı. Anlattıklarım onların “olur” alanlarının dışına çıktığında da “kaçık”a çıktı. Bu da insana görece bir rahatlık alanı, yani düşünce ve hayal gücü konusunda hem istediğin kadar uçma, hem de istediğin kadar uzağa kaçma alanı sağlıyormuş erken fark ettim. Başka bir şey daha fark ettim; çocukların çoğu hariç insanların ne kadar çok “olmazları”, ne kadar sınırlı düşünce alanları varmış. Sadece insanların düşünce sınırlarını denemek (hadi itiraf edeyim, biraz da eğlenmek) için kendi kendime bir oyun geliştirdim. Uygun bir zamanlarını kollayıp onlara da aynı soruyu soruyordum; “bir kurbağa insan olabilir mi?” pek çok kişi (hayret! hatta bazı çocuklar bile) “olmaz öyle şey” dediler. “sen insan olmak ister misin?” diye sorduğumda da kızdılar… Bu oyunumdan Sevgi teyzeye hiç bahsetmedim. Ben bahsetmedim ama o sanki bunu biliyormuş gibi, “gerçekleri insanları kızdırmadan, küstürmeden anlatmak ancak bilgelikle olur” diye söyledi bir gün. Gizli gizli beni mi izliyor ne?

Nedenini tam olarak kestiremiyorum ama ona, anneme sorduğum rahatlıkta “abuk”, anlamsız sorular soramıyordum. Çekindiğimden değil, bir çocuk neyden çekinebilir ki? Ya da onun için diğer yetişkinlerde olmadığı gibi “anlamsız” soru diye bir şey olmayabilirdi. Sanırsam O’nun için sadece “çok eğlenceli” ve “daha az eğlenceli” soru vardı. Bunu, her konuşmamızdan sonra yanından birlikte çok eğlenmişiz tadında ayrıldığım için söylüyorum. O’nun yanında hiç sıkılmadım.  Bu durum onu biraz da arkadaş gibi gördüğümden mi yoksa onun beni bir arkadaş gibi gördüğünden mi bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; onun anlattıklarından sonra artık “ne” ve “neden” sorularını azaltıp “nasıl” sorularını daha çok sormaya başlamamdı. Zaten “nasıl” sorularının yanıtları neden’e ulaşmak için olan yolu anlatıyordu. Bu yüzden “neden” sorularıyla zaman harcamıyordum. Ama insanı hızlı büyüten bir şey çözdüm. Bazı “nasıl” sorusunun yanıtını bilmek, onu gerçekleştirme sorumluluğunu da insanın kucağına bırakıveriyormuş. Yani artık ”nasılı” biliyorsan, hayat senin için eskisi gibi devam edemiyordu. Yani demem o ki; “nasıl insan olunur?” sorusunun cevabını duymuşsan, artık kurbağa olarak kalman imkansızlaşıyordu. “Nasıl gerçek İNSAN olunur?” sorusunun cevabını duymuşsan, insan olarak oyalanman mümkün görünmüyordu… Biraz “tırsmadım” değil. Yalnız anlattıklarının bir yerinde “İnsan olmak en zor olanı başarmaktır. Yaşamın temel amacı da bunu gerçekleştirebilmektir.” Demişti de ileride bir yerlerde bir “kahraman” olma durumunun beni beklediğini düşünüp baya bi cesaretlenmiştim… “Zor olanı başarmak” ha?

Ben sadece O’nun yanında “kendim” oluyordum. O’nun yanından ayrılınca, annem ve babamın “çocuğu”, ablam ve ağabeyimin “kardeşi”, arkadaşlarımın “arkadaşı”, öğretmenimin “öğrencisi”, dedemin torunu, komşu kızının “kurbağa suratlısı” (bi kere böyle demişti, üzülsem mi, sevinsem mi karar veremediydim), kendime göre de “ben” oluyordum. Bu durum benim için çok kafa karıştırıcıydı. kendi kendime “bunlardan hangisi benim” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bunu bu şekilde anlatmaya o zamanlar dilim dönmüyordu ya da aklım yetmiyordu. Daha doğrusu düşünceleri anlamsız kelimelere dökebilecek kadar “yetişkin” değildim. Gerekli de değildi zaten. Yeteri kadar kelime biriktirince insan onların duygularını da, anlamlarını da görmemeye başlıyormuş… (O’nun neden az konuştuğunu da anlamış oldum. Söyleyeceği söz, “ anlamı” sana taşıyamayacaksa ya da anlamı sen taşıyamayacaksan susuyordu.) Ama sadece O’nun yanında “kendim” oluyordum, bir de yalnız kaldığım anlarda.  Bunu O’na da söyledim bir gün. Bir hayat boyu üzerinde düşüneceğim bir bilmece gibi cevap verdi. “gerçek kendin olursan her şey olursun”… O zamanki aklımla “kendim olmak için ya hep onun yanında olmalıyım ya da kendim olmak için yalnız kalmalıyım” gibi, sonradan çok anlamsız gelen (annemin deyişiyle “abuk sabuk”) bir sonuç çıkardım. Ve sanırım o zamana kadar olan hayatımda ilk kez kaynağı dışarıda olmayan, yetişkinlerin adına “korku” dedikleri bir duyguyu hissettim. Sanki dere kenarında suya saklanmış bir “timsah” üzerime atlamış duygusuna kapıldım… Acaba kurbağalarla timsahların akrabalığı var mıdır? Bir prenses bir timsahı öpebilir mi? Öperse timsah neye dönüşür? gibi yaşımdan beklenebilecek sorularda aklımdan geçmedi değil. Bu çıkarımlarımı çok eğlenceli bulup içimden de dışımdan da çok güldüm.  (sanırsam her türlü durumdan “neşe kaynağı” bulma yeteneği yüzünden ve içi ile dışı bir olan insana “çocuk” ya da “bilge” deniliyor. Bu söylediklerimi O’da çok eğlenceli buldu ki, benim gibi tüm varlığıyla güldü.) Uzun uzun gülüştük, gözlerimizden yaş gelinceye kadar. Ama “yalnızlık korkusu” ile de tanışmış oldum… Oysa yaz tatillerinde beni babaanneme bıraktıklarında “yalnız olmakla” tanışmıştım ama bunun korkusunu hiç hissetmemiştim. Bunu sezmiş olacak ki, “sana zamanı geldiğinde ego’nun oyunlarını anlatayım” dedi. Oyun ne demek biliyorum da “ego” ne demek çok sonraları anlayabilecektim. Bu, artık “yetişkin” olmaktan çok sıkıldığım yıllara denk gelir.

Oysa büyümeyi ne kadar da çok istemiştim çocukken. Çocukluk aklı işte! İsteklerin sınırı yok ki. Sanırsam bir bilgeyle bir çocuk farkı bu “isteklerde” ortaya çıkıyordu ve bilgelik, sanki “bilinçli bir çocukluk” haliydi. Yani benim için isteklerin sınırı yoktu, yani vardı da “aklımla”, “hevesimle” veya annemin ya da babamın “hayır” demesiyle sınırlıydı. Yine de bu durum bana, kendime ait sınırsız isteme alanım varmış gibi gelirdi o zamanlar. Oysa onun  alanı içinde (ki bu alan için bir keresinde “sonsuz” demişti de aklım almamıştı) istek diye bir şey yoktu. Belki de vardı da ben göremedim. Ama davranışlarına bakılırsa önüne çıkan her şeye, her duruma karşı hayatta “ en çok istediği” şeymiş gibi davranıyordu. Mesela O’nu her görmeye gittiğimde beni ilk kez görüyormuş ve o anda dünyada tek görmek istediği kişi benmişim gibi davranıyordu. Böylece özel bir şey isteme durumunda kalmıyordu. Çünkü her şey, herkes çok özelmiş gibi karşılıyordu… Bu durum karşısında zaman zaman bazı duygular hissetmeye başladım. Bu duygunun adı “utanmak” mış.  Utanmayla tanışmam da o zamanlara rastlar. Yani ben hep “ben” için bir şeyler istiyordum, o bir şey istiyorsa eğer “herkes” için istiyordu… Yani ben komşu kızını öpebilseydim çok mutlu olacağımı düşünüyordum, O’nun mutlu olması için bir şey yapması gerekmiyordu, zaten çok mutluydu ve “herkesin” çok mutlu olmasını istiyordu. Utanmama gerek olmadığını rahat olmamı söyledi, herkes için bir şey isteme dönemi, sadece kendin için bir şey isteme döneminden sonra geliyormuş. İnsanın bilincinin gelişmesiyle ilgiliymiş. … Ha! İyi o zaman, ben daha “küçüğüm” hala vakit var demektir, diye bu konudaki uykuma devam ettim. …

Annem bana “Dünya” kadar masal anlattı, uyumam için. Pek çok masalın sonu; “sonsuza kadar mutlu yaşadılar” diye bitiyordu. Bi kere sonsuza kadar yaşamak diye bir şey olabilir miydi? Varsa sadece masallarda mı oluyordu? Sonsuz sözünün arkasına “kadar” diye bir mesafe eklendiğinde sonsuzluk sonsuz olmaktan çıkıyormuş gibi geldi bana. Yoksa “sonsuzluk”, “yetişkince dilinde” evlenmeyle boşanma arasında geçen süreye mi deniliyordu? … Çünkü masallarda prensesle prens evlendikten sonra ne olduğu konusunda hiç bir şey yazmıyordu. Bu benim için çok merak edilen bir şey, annem içinse benim sorabileceğim bir sürü “abuk sabuk” soru demekti. “Mutlu olmak” da sanırım bu süre içinde, yani evlenme ile boşanma arasındaki süreyle ve evlenmeyle ilgili bir şeydi. Böyle olunca “Sonsuz” sözü de masal içinde anlamsız kalıyordu. Bu da pek doğru değil ama hiç değilse “Sonuna kadar mutlu yaşadılar” deselerdi daha uygun olurdu kanımca. Bunu teyzemin kocasıyla boşanmalarından anladım. Teyzem evlenirken annem, “masal gibi bir düğündü”, kardeşim de “prensesler gibiydi” diye bir söz söylemişti, düğüne katılan herkes de “sonsuz mutluluk” dilemişti… Hatta evlenirken arabalarının arkasında “evleniyoruz, mutluyuz” yazısı asmışlardı. .. Ama sonra boşandılar, hem de kavga ederek. Boşanırken “boşanıyoruz, mutsuzuz” yazısı asmamışlardı ama öylelerdi. Ne kadar kısa zamanda mutlu olma halinden mutsuz olma, hatta kavga bile edebilecek hale geldiler anlamadım. Hala da anlamam. Bu yetişkinlerde mutsuz olmak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlar. Bu durum masalların devamı konusunda bende derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Yani her şey prensesin kurbağayı öpmesine kadarmış. Sonrasında “prensler tekrar kurbağaya, prensesler cadıya dönüşüyor” düşüncemi haklı çıkarıyordu. Mutlu olmak bu kadar kısa süreliyse benim de o zamanlardaki anladığım şekilde bir mutluluk olsa gerek, geçici, son kullanma tarihi geçip bayatlayan yiyecekler gibi. Oysa O’nun yaşadığı şekilde mutluluk başka bir şey olsa gerekti… Üstelik O’nun yaşadığı mutlu olma hali bulaşıcıydı. Yani O’nun yanına gittiğimde canım sıkılıyor bile olsa bir süre sonra ben de nedensiz kendimi mutlu hissediyordum. Bunu O’nun yanına giden başkalarından da duydum. Garip bir durum, yani ben mutlu olduğumda sadece ben mutlu oluyordum, O mutlu haldeyken yanındaki herkes mutlu oluyordu. Bunun bir sırrı olsa gerek… Belki de O bir sihirbaz… Bunları O’na sormam lazım. Bu arada “mutlu olmakla”, “kendin olmak” arasında çok yakın bir ilişki varmış gibi geldi bana. Çünkü ikisinin de sonunda “olmak” diye bir şey vardı… Bilse bilse bunu O bilirdi… Bir de “aşık olmak” vardı ama bunun anlamı benim için o zamanlar komşu kızının varlığından ibaretti. Bu nedenle, Sevgi teyze gerçek anlamını anlatır da ağzımdaki şeker tadı gider, karnımdaki kuşlar kelebekler kaçar diye onu bu işe karıştırmadım.

Ben de bir sonraki gidişimde sordum. Tam da zannettiğim gibi o hep mutluymuş. Bunun için dışarıdan bir nedene ihtiyaç duymuyormuş. Ama asıl beni şaşırtan bir “sahte” bir de “gerçek” mutluluk olduğunu söylemişti. O gün aklımda kalan son cümlesi; “mutlu olmak istiyorsak, geçici kimliklerimizden geçip gerçek kimliğimizi bulmalıyız” olmuştu. … Hadi bakalım! Şimdi işler iyice sarpa sardı. “Gerçeği varken insanlar neden sahtesine sarılır ki?” Diye sordum. “Belki  insanlar  aradıklarını bulamadıkları için bulduklarını aradıkları şey zannetmelerindendir” dedi… Sevgi teyze “benim bunu anlamamı beklemiyorsun değil mi?” Diye sordum. “Evet” dedi. Ama bu evet’in ne anlama geldiğini de anlamadım. Bir süre benim anlayabileceğim basitlikte bir örnek bulmak için düşündü, sanırım benim “fazlamın” ne olduğunu daha önce çözmüştü, sonra sordu; “senin için hayatındaki en önemli soru neydi?”. Düşündüm, düşündüm… düşünmem soruyu bulmak için değildi, aslında pek çok sorum vardı ama hiç önem sırasına koymamıştım. Üstelik sanırım, ilk kez benim sormadığım ama bana sorulmuş bu soru çok önemli bir soru gibiydi ve bunun için benden bir cevap bekliyordu. Oysa soru sorup cevabını bekleyen hep ben olmuştum. Düşündüm, düşündüm… O’da sabırla bekledi. Aslında dünyayı ve kendimi merak etmeye başladığım zamanlardan beri ısrarla sorduğum bir iki sorum vardı yanıtları annem ve babam tarafından verilmiş ama bu yanıtlar bir türlü kalbime sinmemişti. ( “bilmiyorum” diyememek sanırsam büyüklere özgü bir hastalık.) Sonra da karar vermiştim aslında onlar da yanıtı bilmiyor diye. Söylediklerine inanmış gibi yaptım ve sormakta ısrar etmemiştim. Verdikleri yanıt kalbime sinmemiş ki aklımda da kalmamış. Bunlardan biri “ben nerden geldim?” ve buna bağlı devam sorularıydı. Bir gece uzun uzun gökyüzündeki yıldızları seyrettikten sonra, bir an “gökyüzü” çok büyük, dünya ise gözüme çok küçük görünmüştü, bu soruyu sormuştum. Diğeri de; daha önce de size anlatmıştım ya! Herkes için bir şeydim ama tam olarak “ben kimdim?” … sanırım en önemli sorum bunlardı, ama hangisi daha önemliydi bilemedim dedim. “Soruların hepsi önemlidir ama bazı sorular var ki asıl önemli, tohum sorudur ve diğer sorular bundan doğar” dedi. “insanlık var olduğundan beri senin sorduğun asıl sorunun yanıtını bulmak için çabalıyor” dedi. Sonra da ekledi; ”işte! Asıl sorunun gerçek yanıtını buluncaya kadar arada rastladığı geçici yanıtları gerçek zannetmek mutlu edemiyor insanları”…  “ gerçeğin kat kat olduğunu, her katta yollarını kaybetmemeyi bir gün çözdüklerinde daha mutlu olacaklarını” da söyledi …

– devam edecek –

diğer yazılarım