single-image

Prenses ve Kurbağa Masalı – İki

“ben kimim?” sorusuna neredeyse benden başka herkes “kendince” bir yanıt veriyordu ve hepsi de kendi yanıtının doğru olduğuna tartışmasız inanıyordu. Üstelik “sen kimsin?” sorusunun yanıtı için kendilerinden başka herkesin verdiği yanıta da sorgusuz  bir inanç taşıyorlardı. … Bu soruya kendi yanıtlarımı bulmam konusunda bir tek O teşvik etti. “herkesin söylediklerini dinle ama sonunda yanıt için kendi kalbinin sana söylediklerine inan, ama kim olduğun konusunda karar vermek için acele etme” demişti. “birden çok ben mi var?” diye sorduğumda da “birden fazla yönü, katmanı olan bir sen varsın” dedi… Haa ! bak bu yön konusunu biliyordum. Saklambaç oynarken, ebe olduğumda “önüm arkam, sağım solum sobe, saklanmayan ebe” diye söylüyorduk. Sanırsam yön dediği bunlardı. Kendimle saklambaç oynayan kendim gibi… Kendi kendimi bulmak ve sobelemek gibi… Eğlenceli gibi görünüyor ama bir yanım hep kendini arayan “ebe” olacak sanırsam… Meğer ebeliğin başka bir anlamı daha varmış, anlattı ama neremle dinlemediysem anlamadım. O anlamı anlama işini, öteki daha eğlenceli geldiği için sonraya, anneme sormaya bıraktım. Anneme sorduğumda da “senin aklın almaz” dedi. “Sen anlat, aklım anlamasa da kalbim anlar” diye yetişkin ukalalığıyla, beni bile şaşırtan bir cevap verdim. “dili de kurbağa dili gibi uzun” diyerek uzun uzun söylendi. Yine mi kurbağa tanrım? … Bu “katman” işini de tam anladığımı söyleyemem. Sanki bir süper kahraman, yani “Süpermen” ya da “Batman” gibi bişey mi acaba? “Kat Man” … içimdeki kahramanla, Kat Man’la  tanışmayı çok istedim… Hatta kim bilir belki dünyayı bile kurtarabilirdim.

Ne oldu da nereden böyle bir fikre ulaştıysam, bir gün anneme “ben dünyayı kurtaracağım” dedim. Beni cesaretlendirmesini beklerken, “önce kendini kurtar hayta” dedi.  Ne yalan söyleyeyim çok bozuldum. Dünyayı kurtarma niyetim biraz sarsılmadı değil. Dünyayı kurtarmak istiyordum istemesine de bunun nasıl yapılacağı konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Bu konuda fikrini alabileceğim bir kaç kişi vardı ama onlarda beni ciddiye almadı. Ya gerçekten dünyanın nasıl kurtarılacağını bilmiyorlardı, ya ümitsizdiler ya da içlerindeki “KatMan” dan haberleri yoktu. Ama yine de bir yolu olmalıydı. … Bu düşüncemi bir gün onun yanında ağzımdan kaçırdım. O’nun bu fikrime çok güleceğini sanıyordum ama çok ciddiye aldı, yüzü güneş gibi ışıldadı. Bazılarının yanıtlarını bilmediğim çok soru sordu bana. Ben de ona sordum, o yanıtları biliyor gibiydi. “Gerçek kurtuluş; insanın tüm bağımlılıklarından kurtulması, davranışlarını kendi istekleri ve arzuları haline dönüştürebilmesidir. İnsanın kendini tanıması gerçek anlamda bir kurtuluştur.” Dedi. Söylediklerinden anladığım kadarıyla O’da “kendini kurtar” diyordu ama annem kadar heves kırıcı biçimde söylememişti. Hatta tam tersi daha çok cesaret verdi. “Kendini bul, kendin ol sonrasında ortama oksijen salan ağaçlar gibi tüm insanlığın bilincine aydınlık ol, tüm dünyaya hayat veren güneş gibi ol” demişti.

Sevgi teyzenin sohbetinden sonra hem bir şeyleri anlıyor ya da anlamış gibi oluyordum, hem de aklım bir sürü yeni soruyla doluyordu. Aklımda bir sürü soru koştururken kafamın içini eski oyuncak sepetim gibi karmakarışık hissediyordum.  “benim aklım neden bu kadar çok karışıyor?” … “bu soruyu hangi anlamıyla sordun?” diye sordu  O’da. O gün bir yaşıma daha girdim! Bir sorunun birden çok anlamı mı olur? … Bu aklımdan geçen sorunun yanıtını o cevap vermeden anladım. Olurmuş. … Anladığımı O’da anladı gülümsedi, “hangisi?” diye sordu. Yani, “aklım niye bu kadar çok işe karışıyor anlamında değil de, kafam karışık anlamında sordum” diye yanıtladım. Bu yanıtımla birlikte verilen yanıtların da birden çok anlam içerebileceğini çözüverdim o an. Çözdüğümde de “gururla” güldüm… Gülmemden mi yoksa onun arkasına gizlenen gururdan mı? bilemiyorum, “zamanı geldiğinde sana ego’nun pozitif oyunlarını da anlatayım” dedi. Ego mu pozitif yoksa oyunları mı tam anlayamadım ama sanki tatlıyı yemeğin sonuna bırakıyormuş gibi duyguya kapıldım, ama öyle değilmiş… bunu anlamam yetişkin olmaktan çok sıkılıp artık tekrar içimdeki çocuğu arama zamanlarıma denk gelir… Sonra asıl soruma yanıt verdi, “insanın kafası, kalbiyle aklı farklı şeyler söylediğinde karışır. Bu durumlarda sen sakince kalbinin sesini duymaya çalış. Onu dinledikten sonra aklına danış” Dedi. “ikisi bir biriyle arkadaşlık yaptığında en doğrusunu bulabilirsin. Aklında bir sürü soru koştururken sadece kalbine inan. Benim söylediklerim dahil başka hiç kimse sana senin için en doğruyu söyleyemeyecektir.” Sonra ekledi “tabii aklına kalbine güvendiğin insanların da fikrini al” … Oooof of! Bir soruda hayatımın dersi. Acaba okula boş yere mi gidiyorum ne?

Kalbini dinle, doğruyu sadece o söyler” demişti ya, çocukluk işte uzunca bir süre kalp atışlarımı dinledim. Bir şey söylemedi ama dinlemeyi öğrenmeme yardımcı oldu. Meğer kalbin sesi kulakla duyulmazmış. Ee ben kalbimin sesini neremle duyabilirim ki? Sanırım kalbim bildiğim bir ses çıkarmıyordu sanki başka bir işaret dili kullanıyordu. Okuduğum çizgi kitaplardaki yerlilerin kullandığı bir çeşit “tam tam” işareti gibi bir şey… Ya ben onun dilini öğreneceğim ya da o benim dilimi. Yoksa anlaşmamız zor olacak. Bir ara kalbimin içinde bir kurbağa zıplıyormuş gibi geldi ama? Olması imkansız çünkü bir kurbağa olsa olsa bir prensesin kalbine girebilirdi, benim kalbimde ne işi var?… Sonraları bir ara kalbimde hapis kalmış biri dışarı çıkmak için kapılara vuruyormuş gibi geldi “güm güm güm! Açta dışarı çıkayım” dermiş gibi…  bu duygu, yani kalbimdeki birinin sesini bana duyurma çabalarını hayatımın farklı dönemlerinde kendini hep hissettirdi. Zaman zaman duyabildim, zaman zaman duymazdan geldim. Ne zaman duymazdan geldiysem “başım” derde girdi. Ama ne zaman “başımın” sesini duymazdan geldiysem “kalbim” derde girmedi, yine başım derde girdi…

Sevgi teyzeye sihirbaz dediydim ya? Aslında o bir “sırbaz”mış. Bunu geçenlerde onu ziyarete gidenlerle konuşurken anladım. Onun sırları, komşu teyzenin anneme kek tarifi veriyormuş gibi bir sadelikle verdiğini gözledim. Bir insanın kim bilir kaç hayatında rastlayabileceği sırları ( o da rastlarsa) böyle sade, benim bile anlayabileceğim basitlikte vermesi dinleyeni de kek tarifi alıyormuş gibi bir ruh haline sokuyordu. Sıradan olmayan sözleri sıradan zihin ancak “kek tarifi” ciddiyetinde algılıyormuş… Ben kendimin çocuk olduğunu zannediyordum ama pek çok yetişkin de sadece “yetişkin taklidi” yapıyormuş… Bütün dünya ninni söyleyip, masal anlatırken, neredeyse herkes “derin bir uyku” halindeyken Sevgi teyzenin söylediklerini nasıl duyacaklardı? Hele bu kadar sade, basit anlatırken? Karmakarışık bilgiyi asıl önemli bilgi zanneden bilinç, hayat boyu apaçık önünde duran gerçeği de göremiyormuş… Babamın bazen kafasının üzerine koyduğu gözlüğü bulmak için uzun süre araması gibi… İnsanın bazen gerçeği görebilmesi için “karşısındaki” birinin söylemesi gerekiyormuş. Ama her gerçek te “gözlük başının üstünde” demek kadar kolay sözcüklerle ifade edilemiyormuş ki. Yani edilebiliyormuş da yine de herkes gözlüğü dolaplarda aramaya devam ediyorlarmış gibi davranıyorlardı. … Konuşmasının bir yerinde “Basit olanı anlayarak asıl olana ulaşabilirsiniz. Çünkü karmaşık olan karmaşık hale gelmek için çekirdekten, asıl olandan, saf olandan uzaklaşmak zorundadır.” Demişti. Ben bile anladım da dinleyenler bu sözü dinlemelerine rağmen ne kadarını duydular bilemiyorum. Geçen bahar annemin balkona ektiği çiçek tohumları geldi gözümün önüne. Herkes çiçeğe hayranlık duyuyordu da kimse tohuma hayranlık duymuyordu. Oysa bana göre asıl hayranlık duyulacak şey bir tohumun çiçeğe dönüşmesiydi. Tohumun çiçeğe dönüşmesine sessiz sedasız destek sağlayan toprak, su ve Güneşi hiç anmıyorum bile. Bunu söyleyince de bana “kaçık” deyip gülüyorlar. Bu yetişkinleri anlamak da ne kadar zormuş. Acaba kendilerini anlayabiliyorlar mıdır?

Her “yetişkin” sözünü duyduğumda pişkin ekmek kıvamında, bir yerlere yetişmeye çalışan yolunu kaybetmiş insanlar gözümün önüne gelir.  Böyle bir görüntüyle birlikte pek çok soru da zihnime üşüşür. Yetişkinlik iyi bir şey midir? Yetişkinlere neden yetişkin denir? Nereye yetişmeye çalışıyorlar? Hayata mı yetişmeye çalışıyorlar, kendilerine mi? Yoksa hayallerine mi? Bilemiyorum. Yetiştiklerinde ne olacak ki? “Erişkin mi?” Hepsi de erişebilecek mi? … Erişemediklerinde “bayatlayacaklarını mı” düşünürler?  İnsan kendi olamayacağını anladığında mı yetişkin olur? Neden yetişkin olduktan sonra “içlerindeki çocuğu” ararlar? İçlerindeki çocuğu “düşürmeden” yetişkin olunamaz mı?  Anlaşılmaz davranışları makul görünsün diye mi yetişkin olurlar? Büyümekle yetişkin olmak arasında bir ilişki var mıdır? Varsa neden bu kadar dışı büyük içi küçük yetişkinler var? İlişki yoksa neden yetişkinlerin çoğu büyük? Ya da büyükmüş gibi davranıyor? … Çocuklara bir sürü güzel şeyi öğütleyip neden kendileri uygulamaz? … Pek yapmıyorum ama, ben arkadaşlarımla kavga edip onlara küstüğümde bu davranışımı çok ayıplıyorlar (bu konuda çok haklılar), sonra da kendileri kavga edebiliyor bir birlerine küsebiliyorlar. İnanabilir misiniz farkında değiller ama kendileriyle bile kavga edip küsüyorlar. Biz yapınca çocukluktan, onlar yapınca “nelik” den? … Of ya off! Yanıtını anlamakta zorlandığım ne kadar koca koca sorular soruyordum. N’apiim yani kendimi alamıyorum ki. Hem geveze hem de dinlemekte ve anlamakta benden daha çocuk, haşarı bir zihnim var (dı)… Ama emin olduğum bir şey var ki, bu masalların çoğunu yetişkinler yazıyor sonra kendileri de inanıyor. Aklıma takıldı, inanmak ne demekti ki?

Bir gün annemin anne rolü yaptığını keşfettim. Annem bazen benimle, sesini inceltip, kelimeleri eğip, büküp, garip kelimeler uydurup “çocukça” konuşuyordu. Ama çocuk taklidi yapan yetişkin gibi konuşuyordu. Bu sayede sanki benim yaşıma inip benimle benim gibi anlaşıyormuş gibi yapıyordu. Bu durumlarda ben onu anlayamıyordum. Bir yetişkin neden çocuk taklidi yapar ki? Kendisi gibi konuşsa da onu anlayabilirdim. Nedense çocuk taklidi yaparak benimle daha mı iyi iletişim kuracağını sanıyordu? … Sonra fark ettim, bu durum benimle değil kendisiyle ilgiliymiş. Sanırım böyle yapınca bir çocuğa sahip olan (sahip olmak ne demekse?) anne duygusuyla ilgiliymiş. … Sanki çocukluğunu özlemiş ya da büyük olmaktan sıkılmış olmalı. … Onu anladım! Bu durum benim için bir dönüm noktasıydı. Annemin açık bir dille anlatamadığı durumu anlayabilmiştim. … Söyleyemediği şeyleri çocuk taklidi yaparak söyleyebiliyordu, hatta sevdiğini bile. Bunu sadece bana, bazen de babama yapıyordu. … Yoksa annem hiç çocuk olmadı mı? … Ama ne yalan söyleyeyim bir yetişkinin çocuk taklidi yapması bir çocuk gözüyle hiç de hoş gözükmüyordu. Çünkü başaramıyordu. … Asıl beni heyecanlandıran, benim annemi anlamış olmamdı. Annemin içindeki insanı gördüm. Hem heyecanlandım hem ürktüm. Bir an annemden daha büyükmüşüm hissine kapıldım. Acaba ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallamış mıyımdır? … O gece rüyamda annemin benim annem rolünü oynadığı, benimde annemin oğlu rolü oynadığım bir masalın içinde gördüm kendimi… Acaba Dünya büyük bir masal olabilir miydi? Eğer öyleyse bu masalı kim anlatıyordu? Kime anlatıyordu? Uyutmak için mi, uyandırmak için mi anlatıyordu?

Bu kalbini dinleme işine çok taktım. Neredeyse herkese sordum, prensesin kendilerini öpmesini bekleyen bir “kurbağa” ifadesiyle yüzüme baktılar. Bir şeyler söylediler ama hiç bir sözleri kalbime ulaşmadı. Hiç kalbinin sesini duymamış biri sana nasıl söylesin ki? Sanırım hiç çalışmadıkları “zor yerden” sormuştum. Çok uğraştım kalbimin sesini duymak için çok. Bazen sessiz zamanlar geçirdim, bazen onunla saklambaç oynadım onu duymak için. Başka şeylerle uğraşır gibi yapıp gizlice dinledim. I ıh! Bana mısın demedi, hiç ses çıkarmadı. İnsan kendi kalbine kızar mı? Valla bazen kızdığımı bile söyledim. Kızdığın şey hiç sesini çıkarmayıp susmaya devam ettiğinde insan kızgınlığını da sürdüremiyormuş. Kızgınlığım sürmedi ama takıntım uzunca bir zaman sürdü. Artık ümidimi kesip vaz geçmeye başlamıştım ki gecelerden bir gece kalbimin sesini gerçekten duydum. Bana bir şeyler söyledi. Sesi çok kısıktı ama duydum. Yani onun söylediğini duyduğumu sanıyorum. Bir gece annem bana yine masal okurken kendi aklımca “bilgece” bir davranışta bulunup, artık masal dinlemekten hoşlanmadığımı ona söyleyip üzmemek için uyumuş taklidi yaparken duydum. “bilgelik, ‘mış’ gibi yapılarak elde edilmez” dedi. … Ben onu duyduğum için çok heyecanlandım, sanırım o da bana sesini duyurabildiği için çok heyecanlandı, daha hızlı attı. Yemin ederim bu ses kalbimden geldi. Onun sesiydi duyduğum. Bunu nerden mi anladım? Çünkü Sevgi teyze konuşmuş gibi hissettim. … Aklım da gün içinde bir çok şey söylerdi ama böylesini, bu şefkatle hiç söylemedi. … Yoksa Sevgi teyze ya da Sevgi teyzenin kalbine giren benimde mi  kalbime girmişti?  Eğer öyleyse kalbime nasıl sığmıştı anlayabilmiş değilim.

Bir sefer duymakla da insan kalbinin sesini tam anlayamıyormuş … bazen şüpheye düştüğüm olmuyor değil. O konuşan aklım mı? Kalbim mi? Diye. Bunu anlamanın bir yolu olmalı. Kendimce bazı keşiflerim var ama emin olamıyorum. … Ama en önemli soru (n), neden kalbim doğruyu, gerçekleri söyleyebiliyor da aynı işi aklım yapamıyor? Bu soruyu O’na sorduğumda, “bu konuda sen ne düşünüyorsun?” diye soruyu bana çevirdi. … Bu durumda insan yüzüne ayna tutulmuş duygusuna kapılıyor. Ne desem şimdi diye uzun uzun düşündüm. … İnsanın kendi sorduğu soruya yine kendinin yanıt bulmaya çalışması ne zormuş. Bir soru sorduğumda hep yanıtların dışarıdan, başka birinden geleceğini zannederdim. Bu zanla uzunca bir süre daha oyalanacaktım. … Sonra aklımın erdiğince, kalbimin sezdiğince ve dilimin döndüğünce onca zaman O’nun bana verdiği “güven”le; “ sanırım aklım derede ya da kenarındaki kurbağa gibi, sadece dereyi görüyor ama kalbim yüksekten uçan bir kuş gibi, her yeri görüyor… ondandır.” Dedim. Bu yanıtla birlikte çok güldük, çok eğlendik. “ne güzel bir şey öğrendim senden” dedi. ! … Ne? … Nasıl yani? … Kim? … Kimden? … Yanlış mı duydum acaba? … Olur mu böyle bir şey? … yanlış duymamışım, sonra da mahcup bir şekilde sırıttım. “Olmaz”ları nedeniyle başkalarıyla dalga geçerken ben de farkında olmadan “olmaz” kapanına sıkışmışım… Yarı kızarmış, şaşkın bir kurbağa suratıyla sırıttığımı görünce sanırım anladı aklımdan ne geçtiğini. Aynayı kendine çevirmenin ne demek olduğunu o gün anladım. Bir daha insanlarla hiç dalga geçmedim, dalga geçeceksem sadece kendimle yaptım o işi… O gün başka bir şey daha anladım. İnsan her zaman, herkesten, her şeyden öğrenebilirmiş. Öğrenmek öğrencinin, öğretmek de öğretmenin işiymiş gibi zannederdim. Öğretmenliğin de öğrenciliğin de gerçek anlamlarını anladım. Çok tuhaf bunu bana sözleriyle değil, doğal haliyle yaşayarak anlatmıştı. … Bu bilgelik sandığımdan daha derinmiş.

Bu herkesten ve her şeyden bir şey öğrenme işini sanırım biraz abarttım. Hatta biraz da bekler oldum. Misal; kedimiz sobanın yanında uyurken ya da bacaklarıma sürtünürken “bana ne anlatmaya çalışıyor acaba?” diye sorar oldum. Ya da annem aşure yaptığında “bunun içinde benim anlayacağım bir şeyler var mıdır?” diye sordum. Bulduğum her kitabı, dergiyi, dükkan tabelalarını, vitrin ilanlarını, arabaların arkasındaki yazıları, yere düşmüş gazetelerdeki kirlenmiş yazıları, masal kitapları hariç her şeyi okumaya başladım,  hatta annemin “yaşına uygun değil” dediklerini bile. Evet ! bazıları (şimdilik) bana uygun değilmiş. … Annemden köşedeki bakkal Osman amcaya kadar herkesle konuştum; “bana anlatacak bir şeyiniz var mı?” … Sözleriyle değil ama davranışlarıyla, endişeden şaşkınlığa, alay etmekten gülmeye kadar pek çok şey anlattılar.  … Çiçeklerle konuştum, kediyle konuştum, arkadaşımla konuştum, hatta bir gün eğer yakalasaydım bir kurbağayla da konuşacaktım, daha bir sürü şeyle konuştum. Ben konuşuyordum ama onlar dinliyor muydu bilmiyorum. Onlar konuşsaydı ben dinlemeye hazır bekliyordum. Tabii kendimce bazı şeyler keşfetmedim değil ama en çok, en sevdiğim oyuncağım bisikletimle beraber oluyordum ve bana anlatacağı şeyler olabilirdi. … eğer anlattıysa bisikletimin bana ne anlatmaya çalıştığı konusunda bir fikir edinemedim. Kalbimin sesini bile kısık da olsa bir kere duymayı başarmıştım ama, frenlerinin gıcırtısını saymazsak, nedense bisikletimin anlattıklarını bir türlü duymadım. Bazen üstüne binip hızla pedal çevirdim, bazen karşıma alıp seyrettim, bazen sırtıma alıp taşıdım, hatta, başaramadım ama ters sürmeyi bile denedim. Bi keresinde bisikletle kurbağa gibi zıplamayı da denedim … Bu öğrenme deneyimlerimi bir gün O’na anlattım, yine çok eğlendik. … Hele bisikletimle olan deneyimimi anlattığımda gülmekten gözlerimizden yaşlar geldi. Sonra uzun uzun düşündü, “Belki” dedi “bisikletin sana hayattaki dengeyi ve yerini anlatıyordur.” … Hö! Sormakta en usta olduğum soruyu sordum. “nasıl?” … Anlattı, anlattıklarının çoğu kalbimde kaldı da aklımda kalanlar şunlardı; “ Farz et ki bisikletinin ön tekerleği aklın, arka tekerleği kalbin, gidonu bilincin, pedalları da duygu ve düşüncelerin olsun. “ Canlandırmakta biraz zorlandım ama “oluuur” dedim. “Olabilir olmasına da ben neredeyim o zaman?” … “Sen bunların hepsinin üstündeki sürücüsün. Hepsine hayat veren sevginin kendisisin.” Dedi, mavi mavi gülümseyerek. … Vaaaay beee! Bisikletim bana neler anlatırmış da duymazmışım. Sevgi teyze sayesinde kalbim açılıyordu da şu gözlerimi ve kulaklarımı biraz daha açmam lazım. Bu arada O’nun sayesinde her şeyin üstünde oturan bir ben daha olduğunu anladım; “sevgi” dedi bana. Sanki tekrar kanatlarım çıkmış gibi oldum. İnsan ne kadar gülerse ağzı kulaklarına değebilir acaba? …

Annemin anlattığı masallardaki “kötü” insanlardan bahsettim. Bunlar sadece masallarda mı vardır? Diye sordum. “İnsan’ın “kötü” olamayacağını, sadece nasıl “iyi” olacaklarını bilemediklerini” söyledi… ne “hoş” bir görüştü bu! “kötü denilen şeyin ‘sevgiyi’ bilememe, nasıl insan olunacağını bulamama halidir” diye devam etti. … “suyu almayan, güneşi görmeyen çiçekler gibi yani” dedi … “demek ki sevgi denilen şey güneş gibi bir şeymiş o zaman” diye bir sonuç çıkardım. Gülümsedi … Güneş gibi … komşu kızına hissettiğim duygular taştı, içimde çiçekler açtı, kuşlar cıvıldadı … Sevgi teyze sanırsam sevgiyi en iyi bilen biriydi. … “kendin olduğunda her şey olursun” demişti ya! Sanırsam her şey olduğunda her şeyi sevebilir insan. … fark ettim ki insan dokunmadan da sarılabilirmiş, birisini sevebilirmiş. Bunu başardığında da herkesin hatta her şeyin kalbine dokunabilirmiş. … Yemin ederim Sevgi Teyze kendi olmuş birisi.

Okulda beni sıkıştıran çocuk irisiyle o gün neredeyse bütün gün zihnimde kavga ettim. Kavga ederken, duygularımda işin içine karışınca, sanki gerçekten kavga ediyor gibi pek bir hırpalandım. Hırpalandıkça gerildim, gerildikçe sinirlendim, sinirlendikçe kızardım, kızardıkça dayak yemiş gibi bir hale geldim.  Bu arada içimdeki kurbağa “vıraaak! Vıraaak! Vıraaak!” diye söylendi. O anda kavga etmekle meşgul olduğum için onun sesini ciddiye almadım, duymazdan geldim. Biraz sakinleşince “bırak, bırak, bırak” diye uyardığını fark ettim. Belki de kurbağanın sesi değildi. … Bu arada içimde bir kurbağanın da olduğunu anladım. İçimde ne kadar çok şey varmış ya! Sanki bir dolu dünya benim içimde. … Siz hiç kavga eden kurbağa gördünüz mü? Boş yere bakmayın göremezsiniz. Ne birbirleriyle, ne kendileriyle kavga ederler, barış içinde yaşarlar derelerinde. … Bir gün okulda canımı yakan o çocuk irisini şikayet ettim O’na. Sanırım hoşlanmadı bundan, yüzü biraz bulutlanır gibi oldu ya da bana öyle geldi ama sakince dinledi. Şikayet etmenin iyi bir şey olmadığını o an anladım ama bu arada şikayetimi de söylemiş oldum. O çocuktan “korktuğumu” söyledim. Bu arada kurabiye canavarı gibi “kurbağa yiyen canavar” var mıdır? Düşüncesi de aklımdan geçti. Eğer varsa bu çocuk olabilirdi. … Ben bunları aklımdan geçirirken, “İnsan korktuğunu sevemez” dedi ve ekledi “sevdiğinden de korkmaz”. “belki zor zamanlar geçiriyordur, onu sevdiğini ve arkadaş olmak istediğini söylemeyi bir dene” dedi. Ertesi gün Sevgi teyzenin bir sihirbaz olduğuna iyice inandım.

Bir gece sabaha doğru uyandım. Uyanmak derken bildiğimiz uyanmak işte, yataktan kalkmak yani. Gerçek uyanmak ne demek anlamını sonradan ondan öğrendim. … Uyanıp pencereden dışarıyı seyrettim. Biraz sonra önce Güneşin aydınlığı geldi, sonra ışığı geldi, sonra da sıcaklığı … Bu sürede kalbim bir şeyler söyledi ama sanırım aklımın sonradan anlayabileceği şeylerdi. Sanırsam Sevgi teyzenin Güneşle bir akrabalığı var.

“Kendini bul” sonra dünyaya ışık ol demişti bir konuşmamızda. İyi de bir şeyi kaybettiğini bilmiyorsan o şey senin için kayıp mıdır? Olmadığını sanıyorum. … O’nu dinlerken “kendini aramak, kendini bulmak” diye geçen pek çok söz duydum. Bir insanın kendini bulması için onu kaybettiğinin farkına varması gerekmez mi? Kaybettiğinin farkında değilse neyi bulacak ki? İnsanın aramadığı şeyi bulması nasıl bir şeydir?… hayatında hiç “elmupüz” yememiş birine onun lezzetini, tadını, kokusunu, yararını anlatmak gibi bişey olsa gerek. Hele bir de kabuğunu soymayı bilmiyorsa ağzında sadece kabuk tadı kalacak. Elmupüz’ün kabuğu da bütün kabuklar gibi pek lezzetsiz, tatsız doğrusu. … Bana çok garip gelmişti, insan hem kendini, kendinden saklamış, hem de sakladığını unutmuş, unuttuğu konusunda da hiç bir fikri yokmuş gibi. Ne aradığını, hatta aradığını bile bilmeyen birisi ne bulabilir ki? Bulduğu şeyin aramadığı şey olmasını nasıl ayırt edecek?

Bir gece annem, benim uyumam için mi? Yoksa çocuğuna masal okuyan anne duygularını doyurmak için mi bilmiyorum, bana “küçük prens” masalını okudu. … Tanrım! Nihayet bir çocuğun yazdığı masalla karşılaştım. Masal uzundu bir kaç gece okudu. Masaldaki prens gerçek bir prensti, yani prensesin öptüğü kurbağadan, “sonradan öpme” bir prens değildi. Arkadaşımmış gibi hissettim ya da gerçekten arkadaşımdı. Hayret ilk defa annem bir masal okurken abuk sabuk sorular sormamıştım. Soracak bir şey yoktu ki her şey apaçık ortadaydı. Anladığım kadarıyla onunda yetişkinlerle sorunları vardı. Onu en iyi ben anlayabilirdim, öyle de oldu. … Orada bir tilkinin prensle konuşması çok ilgimi çekti. Sanki Sevgi teyzeden kopya çekmiş gibi geldi bana … Bu prens de mi Sevgi teyzeyle konuştu acaba?

Bir konuşmanın yolunu, yönünü, derinliğini anlatan değil dinleyen belirliyormuş. O anlattı bana ve herkese. O anlatırken, ben anlamaya çalışırken o zamanlar adını bilmediğim pek çok kavramın üstüne bastım, pek çok anlamın içine battım, bata çıka yol aldım, bazen düze çıktım bazen yana yattım, az gittim öz gittim bir dolu söz dizdim. Bir de döndüm baktım ki bir hayat boyu yol gitmişim… ya hayatlar çok kısaldı ya anlayışım genişledi ya da ben büyüdüm… Yoksa az yol değildi gittiğim yol bana göre. O’na göre gerçekten de bir arpa boyu olabilirdi. Çünkü ben ona yetişmekte zorlanınca onun benim hızıma ayak uydurduğunu anladım. Bütün buna rağmen ben emeklerken o maraton koşuyor gibiydi… Yetişmek için yetişkin olmaktan da özgürleşmek gerekirmiş. Hiç değilse bunu anladım. (sanırım)

Gökten bir gerçek düştü,
düşerken parçalara ayrıldı,
herkes kendi payına düşeni aldı.
kendi payına düşenler kendi paylarını “bütün” sandı.
Kalpleri aç, karınları tok,
kendilerini aramaktan yorgun,
sonuna kadar mutlu, mutsuz yaşadılar.

diğer yazılarım